Kıbrıs’ın sadece orada yaşayanlar ve onların kendilerini bağlı hissettikleri anavatanlar arası bir mesele olmadığı tezi, ortaya çıkan her yeni gelişmeyle birlikte daha da berraklaşmaktadır. Kıbrıs, Akdeniz ve Ortadoğu ile ticari, siyasi ve askeri hesabı bulunan tüm devletler bakımından önemli bir adadır. Belki de bu iddiaya ilişkin görüntü, hiç bu kadar net olmamıştı.
Adadaki her iki toplum temsilcilerinin, “iki toplumlu, iki bölgeli ve siyasi eşitliğe dayalı bir federasyon” temelinde kapsamlı ve kalıcı bir çözüm bulunması konusunda anlaştıkları ve bu çerçevede müzakereler yürüttükleri bilinmektedir. Bu bağlamda 24 Nisan 2004 tarihinde Birleşmiş Milletler gözetiminde ve Avrupa Birliği desteğinde oylanan referandum adadaki siyasi eşitliği teyit altına alması bakımından değerli bir girişimdi. Ayrıca Annan Planı kapsamında paraf edilen antlaşmalar ve söz konusu referandumlar, adada tek bir meşru otoritenin bulunmadığına da işaret etmesi bakımından mühimdi. Ancak sorun şu ki Kıbrıslı Türklerin, gelecekleri konusunda ayrı ve özgür bir şekilde karar verme hakları “Kıbrıs Cumhuriyeti” kimliği altında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin inisiyatifi ve mülkiyetinde halâ devam etmektedir.
2000’li yılların başından günümüze kadar sürdürülen müzakerelerde, taraflar arası siyasi eşitlik kabul edilmesine rağmen, Rum tarafının Annan Planı sürecinden bu yana Kıbrıs’ın deniz yetki alanlarında tek başına karar vermesi, yürütülen müzakerelerin ruhuna, uluslararası hukukun iyi niyet ilkesine ve siyasi eşitlik prensibine aykırıdır. Bu noktada Rum tarafının uluslararası toplumun dikkatini müzakerelere yönelterek deniz yetki alanlarına ilişkin girişimlerini manipüle etmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Kıbrıs sorununa siyasi eşitlik temelinde kapsamlı çözümün arandığı uluslararası bir ortamda; Mısır, Lübnan ve İsrail ile deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmaları imza etmek ve bu sahalara petrol ve doğalgaz ruhsatı vermek, var olan sorunu telafisi güç ve imkânsız sulara götürmektedir.
Kıbrıs sorunu kronolojik olarak ele alındığında, Türkiye’nin bu sorun nedeniyle maruz kaldığı tek etkili baskının Annan Planı sürecinde ortaya çıktığı görülmektedir. Bu dönemde Türkiye ve KKTC’de çıkan tüm yüksek sesler, “bir baş belası olan Kıbrıs sorunundan kurtulma” çağrısı yapmıştır. Fakat kısa ve orta vadeli sonuçlar, “Türkiye çözümün anahtarıdır” iddiasının geçerli bir varsayım olmadığını ispatlamıştır. Dahası bu gelişmeler Avrupa Birliği’nin hem tarafsızlığını hem de güvenirliğini ortadan kaldırmıştır. O günlerde Avrupa Birliği’nin “tam üyelik çeyizi” üzerinden Türkiye’ye yaptığı baskının şimdilerde yerini deniz yetki alanları anlaşmalarına ve enerji paylaşımlarına bıraktığı müşahede edilmektedir.
Günümüzde Rum tarafı ve Avrupa Birliği’nin kapsamlı çözüme ilişkin aynı rotayı benimsemesi oldukça dikkat çekicidir. Zira her iki tarafı birbirine hızlı bir şekilde yaklaştıran faktörün, 2000’li yılların hemen başında adanın çevresinde keşfedilen petrol ve doğalgaz kaynakları olduğu düşünülmektedir. Hâlbuki basit bir matematiğe dayalı bir hesap görüntüsü veren bu durum, meseleyi çok bilinmeyenli karmaşık bir denkleme dönüştürmektedir. Rum tarafı ile Avrupa Birliği arasında çıkar denkliği esasına müstenit bu ilişki, petrol ve doğalgaz konusunu kendi planına ve aklına uygun hale getirmediği müddetçe müzakereleri sonuçsuz bırakmaya devam edeceği izlenimi vermektedir.
Yukarıdaki tablo Türkiye’ye Birinci Dünya Savaşı sonrası petrol paylaşım hesaplarını hatırlatmaktadır. Diplomatik kaynaklar, uluslararası hukuka aykırı biçimde Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de küçük bir deniz alanına sıkıştırma niyeti taşıyan “Yeni Sevr Antlaşması”na asla müsaade edilmeyeceğini, bu konuda herhangi bir taviz verilmesinin mümkün olmadığını ve Ankara’nın Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerini korumak için her türlü girişime başvuracağını ifade etmektedirler.