Türkiye’nin; Suriye, terör, Doğu Akdeniz enerji kaynakları, Kudüs ve İran konusunda, ABD eksenli hareket etmemesi ve bu konulara kendi ulusal çıkarı nazarından bir yaklaşım göstermesi, ABD tarafından Türkiye’nin yön değiştirdiği ve artık Batı Kampı’nda görülmediği eleştirilerine yol açtı. Bu eleştirilerin dozu, Türkiye’nin Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerini geliştirmesi, Çin ile silah ve kredi sözleşmesi yapması, Rusya’dan S400 füzelerini satın alması ve Astana sürecinin bir parçası olmasıyla, en üst seviyesine çıktı. Tarihsel bağlam içerisinde Türk dış politikası incelendiğinde, Türkiye’nin çoğunlukla NATO merkezli bir politika benimsediği görülür. Ancak bu süreçte Türkiye, NATO’nun dolayısıyla ABD’nin çıkarlarına entegre olmaktan çok fazla öteye geçememiştir. Bu nedenle, karşılıklı değerlere ve çıkarlara dayalı ortak bir menfaat alanı inşa edilemedi. Anlaşılacağı üzere Türk-Amerikan ilişkilerindeki krizlere, bu tek yanlı ilişki damgasını vurmuştur. Daha doğru bir ifadeyle, Türkiye’nin tek taraflı bu ilişkiye her itirazı, bir kriz doğurmuştur. O yüzden, Türkiye, “Batı Kampı’ndan kopuyor” yargısını “Türkiye sözümüzü (emrimizi) dinlemiyor” şeklinde düzeltmek, konuyu anlamak açısından daha yerinde olacaktır.
ABD açısından Türkiye’nin önemi, onun jeopolitik değerinden kaynaklanıyor. Bilhassa ABD Savunma Bakanlığı’nın, Türkiye’yle askeri işbirliğinin geliştirilmesinden ve devam ettirilmesinden yana bir tavır sergilediği bilinmektedir. İncirlik Üssü’ne şu ana kadar ABD tarafından henüz bir alternatif oluşturulamaması, ABD Savunma Bakanlığı’nı hassas davranmaya iten en kayda değer konudur.
Amerika’da stratejik ve jeopolitik hesaplara dayanan görüşler, Türkiye-ABD ilişkilerinin geliştirilmesini ve iyileştirilmesini savunurken, Trump’ın temsil ettiği “güç ve kimlik siyaseti” taraftarları, ticari ve siyasi araçlarla, Türkiye’yi ve diğer benzer ülkeleri ABD çizgisine getirmenin daha uygun bir yöntem olduğu konusunda hemfikirdirler.
Trump ve onun siyasetini destekleyenler, “ekonomik yaptırım, kamuoyu baskısı ve terör şantajı” yoluyla Türkiye’nin “terbiye” edilmesini kabul etmiş görünmektedirler. Ekonomik yaptırım konusunda Trump Yönetimi’nin ısrarı sürüyor. Şimdilerde Türk Hava Yolları’na kısıtlama getirmek de dâhil olmak üzere, bir dizi ilave yaptırım uygulamalarının masada olduğu iddia edilmektedir. Kamuoyu baskısı, en az ekonomik yaptırımlar kadar önemlidir. Beyaz Saray Sözcüsü Sarah Sanders, 15 Ağustos 2018 tarihli basın toplantısında, Türkiye’deki ekonomik sorunların uzun süredir devam ettiğini, o nedenle Amerikan hükümetini bu konuda suçlamanın yersiz olduğunu ifade etti. Amerikan basınının da benzer görüşte olduğu görülmektedir. ABD hükümeti ve basını, bu yöndeki açıklamalar ve yönlendirmeler yoluyla, Türk hükümetini kendi kamuoyu karşısında gözden düşürmeye çalışmaktadır. İşin ilginç tarafı, Sanders’ın yaptığı açıklamada, Türkiye’ye uygulanan çelik gümrük tarifesinin güvenlik gerekçeleriyle alındığını, Rahip Brunson’un durumuyla ilgili olmadığını söylemesidir. Peki, nedir bu “güvenlik gerekçeleri?” Oysa Amerika, başlangıçta, Türkiye’den demir-çelik ithalatına ek vergiyi getirirken bunun ‘cari açık verdiği alanlar ve ülkeleri hedeflediğini’ ilan etmişti. Hâlbuki Türkiye’nin ABD’ye çelik ihracatı yaklaşık 1 milyar dolarken, buna karşılık ithalatı 1,3 milyar dolar. Görüldüğü üzere, ABD çelik ticaretinde Türkiye’den daha kârlı bir bilançoya sahiptir. O halde kararın siyasi olduğunu inkâr etmenin lüzumu yoktur.
Sıra terör şantajında. Şu sıralar Amerika’da bazı çevreler Türkiye’nin, “El Nusra’nın içinden neşet eden cihatçı örgütü Hay’at Tahrir El-Şam’a destek verdiğini” iddia etmektedir. Bu ve buna benzer iddiaların amacı, önce Türkiye’nin itibarını uluslararası kamuoyu nezdinde düşürmek, ardından Türkiye’ye ekonomik, askeri ve siyasi yaptırımlar uygulamak için “hukuki” bir zemin hazırlamaktır. Bu konuda hariciyenin dikkatli olması icap etmektedir.