İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme damgasını vuran gelişme Nükleer silahlanma yarışıydı. Soğuk Savaş Dönemi olarak tabir edilen bu zaman diliminde blokların dış politika davranışlarını belirleyen esas unsur nükleer caydırıcılıktı. Diğer taraftan liderliğini Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyetler Birliği’nin yaptığı iki kutuplu sistemde derin bir ideolojik düşmanlık söz konusuydu.
Dolayısıyla tehdidin varlığı ilişkilerin kötülüğünden değil, düşmanın özünden kaynaklandığı varsayılıyordu. Bu durum taraflar arasındaki mücadelenin zeminini çıkar çatışmasından ziyade bir amaç çatışması üzerine inşa etmeye yarıyordu. Bir başka ifadeyle, bloklar arasında topyekûn bir savaşım vardı ve düşmanı sadece cephede yenmek yeterli görülmüyordu.
Düşman, fikirde, sanatta, sporda hülasa her alanda mağlup edilmeliydi. Bundan ötürü kamplar arasında öze dokunmayan sınırlı ve bir o kadar sığı ilişkiler tesis edilebiliyordu. Nitekim güven bunalımı had safhada olduğundan eller tetikten bir türlü inmiyordu. Çatışmanın kökünde topyekûn meydan okuma olduğu için çatışmanın sona ermesi ancak karşı tarafın özünü değiştirmesi veya terk etmesiyle mümkün olabilirdi.
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme damgasını vuran gelişme Nükleer silahlanma yarışıydı. Soğuk Savaş Dönemi olarak tabir edilen bu zaman diliminde blokların dış politika davranışlarını belirleyen esas unsur nükleer caydırıcılıktı. Diğer taraftan liderliğini Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyetler Birliği’nin yaptığı iki kutuplu sistemde derin bir ideolojik düşmanlık söz konusuydu.
Dolayısıyla tehdidin varlığı ilişkilerin kötülüğünden değil, düşmanın özünden kaynaklandığı varsayılıyordu. Bu durum taraflar arasındaki mücadelenin zeminini çıkar çatışmasından ziyade bir amaç çatışması üzerine inşa etmeye yarıyordu. Bir başka ifadeyle, bloklar arasında topyekûn bir savaşım vardı ve düşmanı sadece cephede yenmek yeterli görülmüyordu.
Düşman, fikirde, sanatta, sporda hülasa her alanda mağlup edilmeliydi. Bundan ötürü kamplar arasında öze dokunmayan sınırlı ve bir o kadar sığı ilişkiler tesis edilebiliyordu. Nitekim güven bunalımı had safhada olduğundan eller tetikten bir türlü inmiyordu. Çatışmanın kökünde topyekûn meydan okuma olduğu için çatışmanın sona ermesi ancak karşı tarafın özünü değiştirmesi veya terk etmesiyle mümkün olabilirdi.
Şüphesiz Soğuk Savaş yirminci yüzyılın en önemli olaylarından biriydi. Tüm yönleriyle tam bir güç gösterisiydi. Sıradan insanların hayatlarını bile dramatik bir şekilde etkilemişti. Öyle ki sadece devletler veya uluslararası sistem değil insanlar da iki süper güç arasında sıkışıp kalmıştı. Öyle ya da böyle bir empoze çağı yaşanıyordu ve insanların olan bitenden etkilenmemesi neredeyse kaçınılmazdı.
Demir Perde’nin her iki yakasında birbirine benzemeyen iki farklı hikâye bulunuyordu. Doğu ve Batı çatışmasının sosyal ve kültürel etkisini konu edinen bu hikâyelerde her şey yoruma ihtiyaç duymayacak ölçüde çok açık ve netti.
Siyasi düşünceler mecrasını terk etmiş ve birer inanca dönüşmüştü. Farklı düşüncelere sahip insanlar arasındaki ilişkilerin Washington ile Moskova arasındaki ilişkilerden pek bir farkı yoktu. İdeolojik rekabetin zirveyi gördüğü, yeni zorlukları ve krizleri tetiklediği, kurşunlardan çok fısıltıların canlar aldığı bir dönemdi Soğuk Savaş yılları.
Soğuk Savaş Dönemi’nden bugüne ABD’nin dış politika önceliğinin özgürlüğün savunulması ve korunması olduğu yönünde geleneksel bir inanç vardır. Bununla birlikte bu yerleşik düşünceye karşı çıkanların sayısı da az değildir.
Bu kişiler, ABD’nin imparatorluk kurma ve genişleme arzusuna, demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi evrensel kavramları alet ettiğini öne sürerler. Benzer durum Sovyetler Birliği için de geçerlidir. Moskova’nın da imparatorluk hayalleri uğruna komünizm, eşitlik, sınıfsız toplum gibi değer yargılarını kullanışlı birer araca dönüştürdüğü iddia edilir.
Bugün ABD’nin Ukrayna krizi üzerinden hem jeopolitik hem de bir değer çatışması inşa etmeye çalıştığı anlaşılıyor. Jeopolitik boyut çok açık: Rusya’nın genişlemeci ve yayılmacı siyaseti. Bu, anlaşılabilir. Değer tarafında ise dünyanın otokrasi ve demokrasi arasındaki bir mücadeleye kilitlendiğine dair görüş yer alıyor.
ABD Başkanı Joe Biden, Rusya’nın muhafazakâr, otoriter ve geleneksel tavrıyla Batı liberalizmine kafa tuttuğu iddiasında. Fakat dünyanın büyük kısmı ABD’nin ikinci iddiasına pek sıcak yaklaşmıyor. Avrupa da öyle. Ukrayna’da diplomasi halen işlerliğini koruyor.
Ulusal güvenliğin ancak karşılıklı güvenle sağlanabileceğinin anlaşıldığı bir dönemde, tarafların uzlaşmasını engelleyici herhangi bir ideolojik neden görünmüyor. Sözün özü, Ukrayna’da Soğuk Savaş şartları söz konusu değil ve taraflar kolaylıkla uzlaşabilir. Yeter ki istesinler!