DEMOKRASİ KANTARINA ÇIKMAK
Bana göre dünyada en anlaşılmayan ve en çok tecavüze uğrayan kavramlardan biri de demokrasidir. Kavram aslında çok da karmaşık olmamasına rağmen gel gör ki, herkesin kendine göre bir demokrasi tanımı ve anlayışı var ve bu nedenle herkes demokrat. Bu yapı dolayısıyla vaziyet hızlı bir paradoksal hâl almaya başladı: herkes demokrat ama ortada demokrasi yok. Demokrasinin sadece bir tarafın sahiplenip ifa edeceği ve onu hâkim kılacağı bir yönetim anlayışı olmadığı görüldü. Demokrasi, toplumsal çıkarların bir potada eritilmesi ve bir uzlaşıya dönüştürülmesiyle anlam bulur. Fakat bu olgunun açığa çıkması ön tekerlek kadar arka tekerleğe de bağlıdır. Aynı zamanda reflekslerin ölçülebilir ve tahmin edilebilir olmasıyla da bir ölçüde mekaniktir. Hatalar ve yanılmalar olabilir ancak bunlar anlaşılabilir ve düzeltilebilir mahiyettedir. Bu açıdan ele alındığında demokrasi, aslında doğru ya da yanlışa yönelik yanılma payı yüksek bir saptama ve öngörüdür. Siyasilerin sorumsuzluğu da zaten buradan neş’et eder. Saptamanın tayininde tarih, önemli bir ilham kaynağı olarak belirir. Geçmiş deneyimler, tarihi olgu ve olayların tümü kişilerin demokratik tercihlerinin oluşumunda ciddi bir rehber vazifesi görür.
Mamafih, gelinen noktada demokrasi; ideoloji, din, gelenek ve görenek gibi olguların kuşatması altındadır. Ve bunlar kitle iletişim araçları yoluyla bir propaganda mekanizma içerisinde kişilerin tercihlerine tahakküm ederek demokrasinin inkişafını baltalar. Peki neden böyle oluyor? Çünkü demokrasi teoride; mozaik bir birikime yani bireylerin hak ve hukukunu koruyan, onların dini ve vicdani kararlarına saygı duyan, örf, adet ve etnik farklılıklarının yaşamasına müsaade eden bir anlayıştan uzaklaşmış ve pratikte kendinden olmayanı tehdit eden bir silaha ve çok ilginç bir şekilde hukuki bir mekanizmaya dönüşmüştür. Kısaca demokrasi, söylemde çok sesli, eylemde ise tek sesli bir koro gibi görünmektedir. Kendisi gibi düşünmeyeni, giyinmeyeni, kendisi gibi toplumsal reflekslere sahip olmayanı sürekli tahkir ve tehdit eden imha edici bir silah görüntüsü vermesi, demokrasiye olan güveni iyiden iyiye hırpalamıştır. Türkiye’de de bu süreç ağır olmuştur. Demokrat ve aydın maskesi takanlar, toplumu, “yobaz, çapulcu, cahil” gibi kelimelerle sürekli aşağıladılar. “Tek doğru benim” bakış açısıyla demokrasiyi yere çaldılar ve hoşgörüyü, horgörüyle ikame ettiler. Birçok sosyolojik ve psikolojik travma ortaya çıkarken, aynı zamanda ülkede siyasi bloklar betonlaşmaya başladı. Sonuçta, demokrasinin ruhu kilitlendi. Siyasal bir iman ve imani bir demokrasi ortaya çıktı.
Bunun pek tabi sonucu, parti programları, söylemler, demeçler, idealler gibi siyasal tercihleri harekete geçirip, demokrasi çarkını döndürecek tüm eylemler giderek kısırlaştı. Şimdi de aynı durum ile karşı karşıyayız. Anayasa referandumunda “evet” ya da “hayır” diyeceklerin çoğu kararlarını şimdiden imani olarak vermiş durumdalar. Her iki tarafta imani davranıyor ama kendisini “demokrat” olarak tanımlıyor. Hayır diyecekler, evet diyecekleri, evet diyecekler de hayırcılara amansız şekilde saldırıyor. Korkunun çizdiği sınırlar çerçevesinde, kişisel hırsların, kıskançlıkların, tahammülsüzlüklerin tayin ettiği bir siyasal şablon içerisine hapsedilmiş “demokratların” geldiği nokta; ne doğruya doğru ne de yanlışa yanlış diyebilmek. Gelinen noktayı güzel bir söz özetliyor aslında: “Dahleden dinimize bari Müselman olsa.” Son olarak, bu bağlamda, âlim de âlemin duymak istediğini söyleyen kişi konumuna indirgendi. Herkes samimi şekilde kendisine şu soruyu sorsun: Siyasal tercihlerimin kökeninde hangi faktörler etkili? Tercih mi ediyorum yoksa ret mi ediyorum? Bilgili kişi, duymak istediklerimi söyleyen kişi midir? Yoksa? Hülasa kendisini şöyle bir demokrasi kantarına çıkarsın.