ÖNYARGININ GÜCÜNÜ KIRMAK
Hepimiz trafikte çalan kornalardan rahatsızlık duyarız. Çünkü kabadır, hakaret doludur ve gayri medenidir. Fikirsel önyargılar ve kutuplaşmalarda, bu yönüyle kornalar gibi rahatsız edicidir. Fakat kulağımız aynı sesi duymaya alıştığından bunu kolayca fark edemeyiz. Ancak, içinde bulunarak alıştığımız kalabalıktan uzaklaştığımızda duyamadığımız ne kadar çok sesin var olduğunu görebiliriz. Kafamız dinlenir, bedenimizin yükü azalır ve hafifleriz. Bir bakıma kornadan piyanoya geçmek gibidir bu değişim. İnsanı düşündürür, sakinleştirir ve ona nefes aldırır.
Buna rağmen, teksesli bir korna tekdüzeliğinde ısrar etmek ya da çok sesliliğe direnmek, insanın içsel boşluklarını karamsarlıkla doldurmasına yol açacağı gibi kendi özünün monotonlaşmasına da sebep olur ve kişiyi hızla ümitsizliğe sürükleyerek mutsuzlaştırır. Hâlbuki mutlu insan, zihinsel dünyasını zenginleştirerek kendi özünün monotonluğunu kırmış kişidir. Dünyaya sadece kendi gözlüğünden bakmak, kendin gibi düşünmeyenleri aşağılamak kendine eziyet etmekten başka bir işe yaramaz. Unutmamak gerekir ki, “daha mutlu birini rahatsız eden kimse, asla mutlu olmayacaktır.” Bu açıdan bakıldığında, bir insanın hayatta yapabileceği en büyük budalalık kendisini birilerinden herhangi bir yönüyle üstün görmek olacaktır. Çünkü ölüm için büyük küçük, seçkin sıradan, fakir zengin farklı değildir. Maalesef bu gerçeklik yine de, insanları kibirlerini doyurmaktan alıkoyamıyor.
Bu bağlamda hiçbir insanın görüşüne karşı çıkılmamalıdır; kişi, insanları saçma olduğuna inandığı tüm şeylerden vazgeçirmeye çalışırsa, buna ne gücü ne de ömrü yeter. Ayrıca her birimiz kendi yaşamımızın akışının mutlak surette kendi yapıtımız olmadığını da bilmeliyiz. İstisnalar dışında, genelde herkes önceden kendisine biçilmiş bir dünyanın içinde doğup büyümüyor mu? İnancını, bakış açısını, ırkını, kültürünü daha birçoğunu buralardan kazanmıyor mu? Tüm bunlara rağmen kim hangi gerekçeyle kimi dışlayacak peki? O halde kimsenin kimseye kaçak mal muamelesi yapmaya hakkı yoktur. İnsan değişken ve dinamik bir varlıktır, tıpkı zaman gibi. Düşünceleri, kültürü, giyim kuşamı ve hatta dini bile zamanla değişebilir. Bu değişimler eğer senin düşüncen doğrultusunda değilse verebileceğin tek tepki korkmak olmalıdır. Çünkü zaman ve imanın garantisi olmaz. Sanki durum böyle değilmiş gibi bir takım zevatlar (dindar, sağcı, solcu vb.) ya popülerlik sevdasına ya düşmanlık olsun hesabına ya da entelektüellik adına toplumu karşı karşıya getirmek için gece gündüz çırpınıyor. Ben bu kimselere, entelektüelliğin namusuna sahip çıkamamış sefiller diyorum.
Epiktetos’un şu sözü oldukça anlamlıdır: "İnsanları huzursuz eden olaylar değil, olaylar hakkındaki görüşlerdir." Öyleyse karamsar ve iyimser görüşleri birlikte değerlendirerek yolumuza devam etmeliyiz. Nitekim aşırı iyimserlik ve aşırı karamsarlık, her ikisi de hakikatin görmezden gelinmesine sebep olur. Burada önemli olan, olaylara önyargısız bir yaklaşım sergilemektir. Kısacası kafamızdaki, gençlikte yerleşmiş hayallerden, yanlış kavramlardan ve dar ufkumuzdan zor olsa da işimize gelmese de kurtulmaya çalışmalıyız. Eğer buna kendimizi zorlamazsak, başkalarının düşüncelerinin esiri olarak hayatımızı devam ettirmek zorunda kalırız. Bu da bizi Goethe’nin vardığı sonuca götürür: “Başkalarını onurlandırdığımızda, kendimizi soysuzlaştırmak zorundayız.” İnsanlar arasında ahlaki ve entelektüel açıdan geniş bir çeşitlilik varken, bu çeşitliliğin yerine yapay farklılıklar yaratmaya çalışarak zihinleri toplumdan tiksindirtmek ve bu sayede karşılıklı olarak birbirlerinin ekmeğine yağ sürmenin bir alışkanlığa dönüştüğü gözden kaçırılmamalıdır.