Eski yazarımız Yrd.Doç.Dr.İsmail Şahin'in Diriliş Postası gazetesinde yayımlanan son yazısı:
Arap Baharı’ndan bugüne Ortadoğu’da sular bir türlü durulmuyor. Bu klişe bir cümle oldu, farkındayım. O zaman kaseti biraz daha geriye saralım. Tarih 12 Şubat 1855. Hariciye Nazırı Âli Paşa Londra Elçisi Musurus Paşa’ya hitaben kaleme aldığı mektubunda İngiltere’nin İstanbul Elçisi Lord Stratford hakkında şu tespitte bulunuyor: “ Ne diyeyim aziz dostum! Dışişleri, içişleri, patrikhane, her şey bu adamın kontrolüne tabidir…”
Şimdi bu kadar geriye niçin gidildi. Doğru. O zaman kaseti biraz ileriye saralım. Lozan Antlaşması öncesi TBMM’de tartışılan en hararetli konuların başında Musul geliyor. Meclisin Musul konusundaki ağırlıklı kanaatini 28 Ocak 1923’te Dr. Abidin Bey kürsüden ifade ediyor: “Musul'dan bir karış arazimiz giderse, emin olunuz Anadolu da tehlikededir. Çünkü Musul Anadolu için bir nokta-i hayattır.” Sonrası malum!
Türkiye, geçmişten ders almayarak, kendi bölgesinde yıllarca ABD-İsrail ve İngiltere ile stratejik ortaklıklar üzerinden kolektif çalışmalar yürütüp istihbarat paylaşımlarında bulundu. Bu stratejik ortaklıkların Türkiye’ye bugün itibariyle kazandırdıklarına hızlıca bir göz atalım. 1) ABD, PYD/YPG ve PKK ile müttefik oldu. 2) İsrail Irak'ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti için kolları sıvadı. 3) Türkiye müttefikleri tarafından her konuda yalnız bırakıldı. Bir kez daha görüldü ki, şeytanla kabak ekenin kabak başına patlar.
Kudüs meselesine gelince, hamaset diz boyu. Bir defa şunu görmemiz gerekiyor, Filistin, 19. yüzyılın sonlarından beri Batı’nın bir meselesidir. İsrail’in kuruluşundan itibaren Filistin, İsrail’in bir iç meselesine dönüştürülmeye çalışılıyor. İslam âleminin Kudüs için bir derdi, meselesi ve mefkûresi yoktur varsa yoksa hamaseti vardır.
Sadrazam Âli Paşa 1858’de, “düşmanlarımız, sırf bizi devlet işleriyle meşgul olmaktan men etmek maksadıyla içişlerinde musibetler icat etmeye çaba sarf etmişlerdir” serzenişinde bulunuyor. Bir başka Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa 1854’te devletin kötü gidişiyle ilgili şunları yazıyor: Kuralların fiiliyata geçmemesi, ehil olmayanları devlet işlerine bulaştırmak, dini hizmetlerdeki kişilerin yetersizliği, devletin geliri ile gideri arasındaki uyumsuzluk ve hatır uğruna kuralların askıya alınması. Peki, her iki Sadrazamın düşüncesine bugün Türkiye’de kaç kişi katılmaz?
Asırlardır sorunlarımız aynı, çözümlerimiz belli. Demek ki, kuralları icraata dönüştürmeyecek adetlerimiz, geleneklerimiz veya yapılarımız var. Bunları bir türlü tahliye edemiyoruz! Ya da patinaj yapıp başkalarına çamur atmak hoşumuza gidiyor. Kabul! Zor bir coğrafyada ve menfaatlerin rehber edinildiği zor bir çağda yaşıyoruz. Yol kaygan. O zaman kendi kendimize yeterli olmanın formüllerini arayacağız ve çıkara dayalı bir uluslararası sistemde körü körüne başka devletlere bağlanmaktan azami ölçüde kaçınacağız. Fakat Türkiye yeni yeni bu konuda akıllanmaya başladı. Gel gör ki, yine de balık ağa girdikten sonra aklı başına gelir hesabı oldu.
Bu yazının sonuna Mehmet Akif’ten emanetle bir nokta koyalım. "Tarih’i tekerrür diye tarif ediyorlar; hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
sayın hocam eline diline ve yüreğine sağlık. Allah sen den razı olsun