"TÜRKİYE'Yİ ÖNCE UYUTACAĞIZ, SONRA UNUTACAĞIZ”
2002 Kopenhag zirvesi esnasında, Danimarka Dışişleri Bakanı ile Danimarka Başbakanı arasında yapılan bir konuşma gayri ihtiyari olarak kameralara takılmıştı. Konuşmada Dışişleri Bakanı Başbakana şöyle diyordu: "Çok büyük bir Avrupa ülkesinin dışişleri bakanıyla görüştüm, Türkiye'nin üyeliği konusunda bana dedi ki: 'Türkiye'yi önce uyutacağız, sonra unutacağız.'" Sarf edilen bu sözler malumun ilanıydı. Leyla ile Mecnun’un aşkına nazire yaparcasına yarım asra damgasını vuran Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, üye devletlerin Türkiye üzerinde yürüttüğü hesaplar yüzünden sürekli kesintiye uğramak durumunda kaldı. Bazıları, Türkiye’nin AB kriterlerini sağlamadığı ve bu nedenle de AB durağında mütemadiyen beklediğini iddia edebilir.Ancak AB’nin 2004 ve 2007 yıllarındayaptığı genişlemelerle birliğe kattığı yeni üyelerin Türkiye ile mukayese edilemeyecek düzeyde ülkeler olması, AB’nin kriterle değil üyelerin ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini gözler önüne sermişti.
Avrupa Birliği, “Ortak dış ve güvenlik politikası”ile “yeni üyelerin katılımı” gibi elzem konularda ancak oybirliğiyle karar alabilir. Böylesi bir durum, örgüt içinde üye devletlerin ulusal çıkarlarınınAB’nin çıkarlarının daima üzerinde seyretmesine yol açmaktadır. O nedenle ortak ilişkilerden daha çok ikili ilişkiler birliğin kaderini etkilemektedir. Bu bağlamda, AB üyesi bazı ülkelerde Türkiye’ye karşı bir nefretin varlığı, Birlik ile Türkiye arasındaki tüm ilişkilerin altüst olmasına neden olabilmektedir.Mesela GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) 2004 yılında AB’ye üye olmuş ve 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan Türkiye'nin AB'ye katılım müzakerelerinin 35 faslından 14’ünün askıya alınmasında belirleyici bir rol oynamıştır. Bir nevi müzakere sürecini bloke etmiştir. Ülkesel husumetlere bir de Türkiye ekonomisini kendine tehdit olarak gören üye ülkelerin endişeleri eklenince, Avrupa’da kaçınılmaz bir Türkiye karşıtlığı meydana gelmektedir. Bu minvalde, bugün AB üyesi Yunanistan, Fransa, Avusturya ve GKRY’ninTürkiye’ye karşı yürüttükleri politikayı örgütün çıkarları bağlamında açıklamak ancak önyargılarla bezenmiş temelsiz bir görüş olur.
Türkiye’nin sadece AB ile değil tüm Avrupa ile yürütmeye çalıştığı çok yönlü ilişkilerin Avrupa’daki Osmanlı imgesi üzerinden geliştirmeye çalıştığı göz ardı edilemez bir realitedir. Buna ek olarak, diğer taraftan Avrupa tarihinin hiçbir safhasında görülmemiş çok sayıda Müslüman nüfusun varlığı Avrupa’da bir panik havası estirmektedir. Kıta genelinde yaklaşık 50 milyon civarında Müslüman nüfusun yaşadığı tahmin edilmektedir. Bu nüfusun yaklaşık 5 milyonu Fransa’da, 4 milyonu Almanya’da ve 3 milyonu da İngiltere’de bulunmaktadır. Endülüs döneminden bu yana Avrupa bu denli yoğun bir Müslüman nüfusla iç içe yaşamamıştır.Demokrasiyi kendisine şiar edinmiş ve her koşulda çokkültürlülüğü savunan Avrupa’nın, kıtanın nüfus çeşitliliğini bir zenginliğe dönüştürmek yerine, savunmuş olduğu değerlere taban tabana zıt bir tavırla, Avrupa’yı hızla yabancı ve İslâm düşmanlığı bataklığına sürüklenmesi endişe vericidir. Avrupa’nın derinliklerinden çıkıp gelen bu Ortaçağ ruhu, Avrupa’yı aynı zamanda geri dönülmez belki de onarılmaz bir kimlik krizinin içine sürüklemiştir. “Avrupalı” üst kimliğini yaratmak üzere yola çıkan bir ekonomik ve siyasi oluşumun izlemiş olduğu yanlış ve ikircikli politikalar, bir taraftan Avrupa’da ırkçılığın ve milliyetçiliğin dozunun artmasına, diğer taraftan da Aydınlanma Çağı’ndan bu yana yoğun bir şekilde inşa edilmeye çalışılan liberal değerlerin tersyüz edilmesine neden olmuştur.Avrupalı yöneticiler, kendi siyasi kaygılarının uğruna, Avrupa’da çığ gibi büyüyen ötekileştirici müstehzi bakışa ses çıkarmayarak neredeyse “haçlı” ruhunun yeniden imkan bulmasına ortam hazırlayarak tarihi bir ihmale sebebiyet vermişlerdir. Bu ihmal, ilerleyen zaman içerisinde ağır bir kusura dönüşerek Avrupa değerlerine duyulan saygının ve aidiyetin zayıflamasına yol açmıştır.
Hem PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmesi hem de açık açığa onu desteklemesi, Annan Planı’na Kıbrıslı Türklerin “evet” demesine rağmen ambargoların kaldırılmaması, üyelik müzakerelerinin sürüncemede bırakılması, 15 Temmuz’da yapılan darbe girişimine sessiz kalınması ve son olarak da Avrupa Parlamentosu’nun, “demokrasi ve hukukun üstünlüğünün eksikliği” nedeniyle Türkiye ile yürütülen üyelik müzakerelerini dondurulması yönünde tavsiye kararı alması Avrupa Birliği’nin yanlışına yanlış katmıştır. Bir defa artık karşısında tüm korkularından arındırılmış bir Türkiye durmaktadır. Bu nedenle tehdit ya da aba altından sopa göstermek devri bitmiştir. Daha önemlisi bu karar, Türkiye’de ciddi düzeyde ancak bir AB sorgusunun yapılmasına ve makasın daha da açılmasına yol açar. Zira böylesi bir durum en çok Avrupa’ya zarar verir. Çünkü Ortadoğu’daki istikrarsızlık ve Afrika’daki açlık ve salgın hastalıklar Avrupa’da ikinci bir kavimler göçü etkisi ortaya çıkarabilir. Bu ihtimalin gerçekleşmesini şimdilik Türkiye engellemektedir. Türkiye ekonomisinin Avrupa ile ilişkiler yüzünden bir krize sürüklenmesi karşısında Türkiye’nin ilk yapacağı iş Avrupa’ya dönük bu insan selinin önündeki bariyerleri kaldırmak olacaktır. Dolayısıyla “Türkiye'yi önce uyutacağız, sonra unutacağız” sözü Avrupa’nın bindiği dalı kesmekten başka bir şey değildir. Bunun için Avrupa, zaman kaybetmeden bir an önce Türkiye’yi kendi önyargılarından azat etmeli, ardından Ermeni, Yunan, PKK ve FETÖ lobilerinin rehberliğinde Türkiye’yi anlamaktanvazgeçip ikircikli tutumunu artık terk etmelidir. Nitekim, böylesi bir yaklaşım her iki tarafa daha fazla fayda sağlayacaktır.