Eski yazarımız Doç.Dr.İsmail Şahin'in Diriliş Postası gazetesinde yayımlanan 11/05/2018 tarihli yazısı.
Kanuni Sultan Süleyman, Sultan İkinci Selim ve Sultan Üçüncü Murad devirlerinde sadrazamlık yapan tecrübeli devlet adamı Sokollu Mehmet Paşa’nın (1506-1579) devletlerarası ilişkilere dair, “ahdnâmeler ölü doğmuş birer vücuttur. Onlara hayatiyet bahşedecek olan şey, tarafların bunları yaşatmak için duydukları arzu ve azimdir” sözü, günümüzde de geçerliliğini muhafaza etmektedir. İlerleyen zaman diliminde romantize edilmiş liberal iddialara dayalı politik ahlak bile, uluslararası ilişkilere damgasını vuran bu ilkeyi yerinden edemedi ve bu mücadeleden devletin çıkarı galip geldi.
Tarih, devletlerarası ilişkilerde verilen sözün ya da yapılan antlaşmanın geçerliliğini tarafların zayıf veya güçlü durumuna göre değiştiğini göstermiştir. İnsanlar arasında geçerli olan değer yargıları ve ahlak kurallarının devlet işlerini ölçme ve değerlendirmede kullanılamayacağı, devletin yüce menfaatlerini ve sürekliliğini sağlamada insanlar arası kuralların uygulanamayacağı Doğu Batı fark etmeksizin birçok kişi tarafından dile getirilmiştir. Gelinen nokta itibariyle de bu düşünce tarzı uluslararası ilişkilerin klasik bir ilkesine dönüşmüştür.
Bu ilke doğrultusunda diplomaside kişisel ahlaki duruş, bir acziyet ve zafiyet olarak takdim edilmiştir. Uluslararası ilişkilerin sahip olduğu anarşik ortam temelli çatışma alanında, birey ahlakının herhangi bir sonuç getirmeyeceği, bu nedenle her türlü taktiği mubah sayan devlet ahlakının egemen olması gerekliliği, diplomasinin ana kuralı haline gelmiştir. Peki devletlerin yüce çıkarlarının bir sınırı var mıdır? İşte asıl tartışma, bu sorunun etrafında dönmektedir.
Bu sınırın uluslararası hukuk olacağı ve bu nedenle uluslararası işbirliği yoluyla uluslararası hukukun geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılması ileri sürülmektedir. Bir diğer görüş ise, söz konusu sınırı belirleyecek olanın, güç ve güç dengesi olduğunu iddia eden anlayıştır. Buna göre, devletin mantığı, güç mantığıdır ve devlet bir başka devletin/devletlerin gücüyle karşılaşıncaya kadar siyasal ve ekonomik gücünü artırmak için her türlü eyleme girişir.
Bu konuda yapılan teorik tartışmaların çerçevesi genişletilebilir. Fakat uygulamaya bakıldığı zaman, devletlerin her türlü aracı kendi menfaatleri uğruna kullanmaktan çekinmediği ve başta kendi kamuoyları olmak üzere, uluslararası toplumu da bu kapsamda yönlendirmeye gayret ettikleri gözlemlenmektedir. Bu doğrultuda stratejik alan olarak belirlenen bölgelerin örgütlenmesine azami ölçüde önem verildiği bilinmektedir.
Stratejik bölgede etkin bir propaganda yürütmek, çıkarlarına uygun bir şekilde yerel aktörleri örgütlemek, düşman olarak tanımlanan gruplara karşı güçlü ve örgütlü müstahkem mevziler inşa etmek ve son olarak stratejik bölgeyi kendi içinde parçalara ayırarak, burada sapma payı yüksek kesimlerle temas kurmak, belli başlı stratejiler olarak karşımıza çıkar.
Bütün bu girişimleri bertaraf edebilmek için saldırıya maruz kalan devletin caydırıcı bir gücünün bulunması zaruridir. Bunun için öncelikle saldırıya maruz kalma ihtimali olan devletin finans kaynaklarını güçlendirmesi, kendi ülkesindeki etki alanını kuvvetlendirmesi, toplumsal iletişim ağını yaygınlaştırması ve kendi ülkesini geleceğe taşıyacak politikalar üretmesi önemlidir. Ancak böylelikle rakip devletlerin hamleleri boşa çıkartılabilir. Devlet, ülkesinde yaşayan halkın başka bir güce umut bağlamasının önünü alacak adımlar atmaktan hiçbir zaman çekinmemelidir. Malum olduğu üzere, kale her daim ancak içeriden fetholunur.