Eski yazarımız Doç.Dr.İsmail Şahin'in Diriliş Postası gazetesinde yayımlanan 18/05/2018 tarihli yazısı.
Filistin’de, uzun vadeli bir insanlık dramının yaşanmasına, 1897 yılında İsviçre’nin Basel şehrinde yapılan Birinci Dünya Siyonizm Kongresi’nde karar verilmiştir. Kongre sonunda Filistin’de bir Yahudi yurdunun kurulması hususunda anlaşılmış ve bu amaca ulaşmak için Dünya Siyonizm Teşkilatı’nın faaliyete geçirilmesi planlanmıştır. Fakat ortada ciddi bir sorun vardır; Osmanlı idaresindeki Filistin’de Yahudi nüfus ancak 10-15 bin civarında iken, bölgedeki Araplar’ın sayısı yarım milyona yakındır. Bunun yanında asıl önemli bir sorun da; Filistin’e göçün, Museviler’in kutsal kaynaklarında belirtildiği üzere ancak Hz. Davud soyundan gelecek bir Mesih önderliğinde gerçekleşebileceği inancıdır.
Bu inançtan ötürü, başlangıçta Mesihsiz bir şekilde kutsal topraklara geri dönüşe, Yahudilerin büyük bir kısmı karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Roma sürgününden bu yana dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudiler’i, vadedilmiş topraklara Mesihsiz geri döndürmek, aşılması gereken çok büyük bir engel haline gelmiştir.
Siyonistler’in bu büyük engeli aşmada imdadına, Avrupa’da tırmanışa geçen antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) yetişmiştir. Zaten Avrupa’da antisemitizm yaygın bir uygulama sahasına sahiptir. Hani bugünlerde Fransa’da, aralarında eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, üç eski başbakan, Yahudi ve Hıristiyan cemaati temsilcileriyle yazarların da bulunduğu 300 kişinin imzasıyla yayınlanan, Kur'an-ı Kerim'den "şiddet ve Yahudi karşıtı fikirleri yaydığı gerekçesiyle bazı ayetlerin çıkarılması" yönündeki çalışmaların, tarihsel hiçbir karşılığı bulunmamaktadır.
19. yüzyılın son dönemlerinde başta Rusya olmak üzere Doğu Avrupa’da başlayan Yahudi katliamları, Yahudilerin Mesihsiz de Filistin’e göç edebilme olasılığının kapılarını aralamıştır. Yahudilerin Rusya’da başına gelen bu facialardan sığındığı limanlardan biri, yine tıpkı 1492 Endülüs Felaketi’nde olduğu gibi Osmanlı Devleti olmuştur.
Ancak burada üzerinde durulması gereken nokta, Rus coğrafyasında ortaya çıkan antisemitik hareketlerin, Siyonistlerin ekmeğine yağ sürdüğüdür. Malum olduğu üzere, benzer bir gelişme Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle de başlamıştır. Dünya Siyonist Teşkilatı’nın girişimleriyle Filistin’e başlatılan Yahudi göçü, zaman içerisinde Filistin’deki nüfus dengelerini altüst etmiştir. Başlangıçta nüfusun ancak %10’unu oluşturan Yahudiler, 1948 yılına gelindiğinde nüfusun % 33’üne erişmeyi başarmışlardır.
Toprak konusu ise nüfustan daha dramatiktir. 29 Kasım 1947 tarihli Birleşmiş Milletler Filistin Planı, 1917 tarihli Balfour Bildirisi’ni taçlandıran bir dizi karara imza atmıştır. Öyle ki, Birleşmiş Milletler adaletsiz bir şekilde nüfusun %33’ünü ve toprakların % 5.67’ini elinde tutan Yahudilere, Filistin topraklarının % 56’sını vermiştir. Böylece Birleşmiş Milletler, Müslüman Arapların yaşadığı toprakları Yahudilere vaat ederek, katliamların önünü açmıştır. Birleşmiş Milletlerden cesaret alan İsrail, kendisine bırakılan toprakların büyük bir kısmında yaşayan Arap nüfusu silah yoluyla kovmakla işe başlamıştır. Anlaşılacağı üzere, milyonlarca Filistinlinin vatanlarını mecburen terk etmelerine ve katliamlara maruz kalmalarına; Siyonizm, antisemitik Avrupa’nın ırkçılığı ve Birleşmiş Milletler’in adaletsizliği yol açmıştır.
Siyonistler’in kurduğu İsrail Devleti, 1948’den bu yana yalnızca Filistin’de yaşayan Hıristiyan ve Müslüman Araplar’a zulmetmekle sınırlı kalmadı, aynı zamanda Filistin ve tüm dünya genelindeki Yahudiler’in de can ve mal güvenliğini riske atmıştır. Kaldı ki, İsrail’in politikalarına damgasını vuran anlayışın bir paranoyaya dönüşmesi ve giderek bir devlet refleksi halini alması İsrail’i hem bölgede hem de uluslararası sahada yalnızlaştırmaktadır. Sonuç olarak, antisemitizm, Yahudi Soykırımı ve terörizmin ardına sığınarak geliştirilen söylem ve siyaset, yaşanan Kudüs olaylarıyla birlikte artık tüm masumiyetini ve geçerliliğini yitirmiştir.