Milletler Medeniyetleri üzerinde güçlenir ve gelişir. Medeniyet; bir toplumun tüm özelliklerini kapsayan geniş bir ifadedir. Kendi medeniyet değerlerinin toplumun fertlerine yansıması ve nesillere taşınması milletlerin devamlılığı açısından büyük önem arz eder. Bu açıdan medeniyetine sahip çıkmayan toplumlar başka medeniyetlerin tesir ve dejenerasyonuna açık olur ve sonunda yok olmaya mahkum olurlar.
Her medeniyetin milletini şekillendirdiği farklı özellikleri vardır. Medeniyetin ölçüsü dışta değil içte, kabukta değil özdedir. Medeniyet ne yüksek binalarda, ne bulvarlarda, ne vitrinlerde, ne de teknolojik donanımda aranmamalıdır. Bir mahallenin, bir şehrin insanları üzerinden o medeniyetin özellikleri gözlemlenebilir. Toplumsal yaşantı adabına ne kadar uyulduğu, metroda, otobüste, müşteri ilişkilerinde nasıl bir muameleye tabi olunduğu, o şehrin, o ülkenin medeniyet seviyesine dair ipuçları verir. İnsanların yaşantısı, biri birine saygısı, sadakati, merhameti, diğer varlıklara karşı tavırları mensup oldukları medeniyetin yansımaları olarak ortaya çıkar. “Ev alacağınız/kiralayacağınız mahallenin sokak hayvanlarına bakın. Eğer insandan korkup kaçıyorlarsa oraya yaklaşmayın. Zira oranın insanları medeni değildir” ifadesi medeniyet ölçüsü açısından çok anlamlı bir yaklaşımdır.
Medeniyetlerin omurgası eğitimdir. Eğitim o toplumun ihtiyaçları ve değerleri üzerine bina edilir. Eğitim, İnsanı merkeze alan, ona değer veren bir sistem anlayışı üzerine oturmalıdır. İnsana verilen değerin azalması ve eğitim kalitesinin düşmesi milletler için yok oluş sürecini başlatır. Nerede bir medeniyet sorunu varsa orada bir eğitim sorunu vardır. Fakat eğitimden ne anladığımız önemlidir. Bireyin ihtiyaçlarını değil, sistemin ya da ekonomik çarkın ihtiyaçlarını gözeterek ‘eleman’ yetiştiren bir eğitim sisteminden, ‘medeni insan’ yetiştirmek zordur.
Özgürlük çağı olarak da adlandırılan günümüzde, temel sorun insanın anlaşılmasıdır. Bu bizi eğitimin kalitesi üzerinde durulması zorunluluğuna götürür. Menfaat ve benlik duygusuyla hareket eden sistemler hem insana hem de topluma zarar vermiştir. İnsanı merkeze almayan eğitim sistemlerinde egemen güçler kendilerini tanrılaştırarak medeniyetin gelişimini durdurmuş, tahrip, taklit ve yok oluş sürecine götüren en önemli unsur olmuştur.
Ecdadımız eğitimde dini ve ruhsal yapıyı referans almıştır. Şehir kurarken önce cami, mescit yapmış, sonra onun etrafına halka halka evler ve işyerleri inşa etmiştir. Camın önüne koyduğu çiçeğin rengi bile biri birinin algılanması ve anlaşılmasına yeterli olmuştur. Camın önüne sarı renkli çiçek konulmuşsa diğer insanlar bu evde hasta olduğunu, buradan geçerken yüksek sesle konuşmaması gerektiğini anlamış. Camda kırmızı çiçek var ise bu evde evlilik çağında genç kız var ölçülü konuşmalıyım diye düşünme inceliğini göstermiştir. Anlaşma dili duygularla ve anlayışla kendiliğinden algılama ve iletişime dönüşmüştür. Evlerin duvarlarına ”Ya Mâlikel Mülk” , ”Ey Allah’ım bütün mülk senindir.” Yazısını, Kapı tokmağına ”Ya Fettah” yazısını yazıp, “bütün kapıları açan, sıkıntıları ve dertleri gideren sensin Allah’ım” inceliğine sahip bir toplum oluşturmayı başarmıştır. Medeniyetin gayesi insan kişiliğinin gelişmesidir. Bir ülkenin uygarlık derecesi kadınlarına ve çocuklarına verdiği değerle ölçülür.
Bu gün pek çok işyerinin kapısında ”itiniz” yazısı medeniyetin geldiği noktadaki incelik farkı açısından incelenmeye değerdir. Halbukî ecdâd, edeplerindeki incelikten dolayı ”ışığı yak” demez, Yakmak olumsuz bir anlam içerdiğinden onun yerine ”ışığı uyandır” derlerdi, Gece yatacakları vakit ”ışığı (mumu) söndür” demez, ”ışığı dinlendir” şeklinde söylerlerdi. Eve misafir geldiği zaman, misafirlerin ayakkabılarının burunlarını dışarıya dönük değil, içeriye dönük koyarlardı. Bunun anlamı; ”biz sizin misafirliğinizden memnun kaldık, evimizi tekrardan şereflendirmenizi bekleriz” demekti. Misafire kahvenin yanında su da ikram edilir, eğer misafir aç ise ilk önce suyu, tok ise kahveyi alırdı. Eğer suyu almışsa ev sahibi hemen mütevazi bir sofra hazırlar, misafirin karnını doyururdu. Kapı tokmakları aslan başlı ve çiçek motifli 2 tokmaktan oluşurdu. Aslan başlı kalın ses, çiçek motifli ise ince ses çıkartırdı. Böylece eve kimin geldiği anlaşılır, misafir erkek ise kapıyı erkek açar, bayan ise kapıyı bayan açardı. Evde kimse ayakta yemek yemezdi. Önce eller yıkanır, sofraya hep birlikte oturulurdu. Evin en büyüğü yemeğe başlamadan kimse başlamazdı. Evin büyüğü yemeğe başlarken herkesin hatırlaması için yüksek sesle besmele çekerdi. Sofradan kalkerken ”hayırların fethi, şerlerin def edilmesi için” Fatiha Suresi okunurdu. Osmanlı Devleti, 6 asır Dünya’ya bu incelikleri sayesinde hükmetmiştir. Sevgi, hoşgörü ve adaletle hükmettiği için de bu kadar uzun ömürlü olmuştur.
19.yy.’ın sanayi toplumunun eleman ihtiyacı üzerine kurumsallaşan eğitim sistemi ne yazık ki kısmen de olsa günümüzde hala devam etmektedir. Milli Eğitim alanında Nurettin Topçu’nun 60 yıl önce vurguladığı olumsuz özelliklerden kurtulmak maalesef henüz mümkün olmamıştır; “En aşağı üç asırdan beri sarp kayalara çarpa çarpa harap olan maarif gemimiz, bugün kırık dökük bir tekne gibidir. Ancak büroya memur, eski deyimiyle KALEM EFENDİSİ yetiştiriyor. Bugün talebelik artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır.”
Ne yazık ki, pek çok Eğitim Kurumu bu gün diploma büroları olarak çalışmakta, bilgi öğrenciler tarafından bir malumat olarak algılanmaktadır. Bir bilgi zihne girdiğinde o insanı dönüştürmez, hayatında bir tesir bırakmaz ise o bilgi değil sadece mâlumattır.
19.yy’ın ulus-devlet merkezli eğitim anlayışına dayanan tek tip ‘makbul vatandaş’ yetiştiren sistemin, artık bireysel farklılıkları ayırt edebilen ve bu çeşitliliğe uygun içerik sunabilen bir sisteme dönüşmesi gerekmektedir.
Medeniyetlerin muallimler tarafından kurulduğunu söyleyen Topçu’nun şu cümleleri bize eğitimin değişmeyen sabitelerini özetlemektedir;
- “Âdemoğlunu, beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan muallimdir. Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı, kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu odur. Fertler gibi, nesiller de onun eseridir.”
- “Ders; hakikatlerin araştırılmasıdır. Teknik ancak ilimlerin tatbikatı olarak onlardan sonra ele alınır. Ders okumak, bazı hayati faydaları sağlamak için bir vasıta değil, hakikatler peşinde koşmak için başlı başına bir gayedir.”
- “ilköğretimin gayesi kalbin terbiyesi, ortaöğretimde gaye aklın terbiyesi, yükseköğretimde ise ihtisaslardır.”
Eğitim, bilgi hamallığı ve diploma avcılığı değil, bir hakikat arayışının yolculuğudur.
YORUMLAR