Yönetici ve zenginler için işçi, çoban ve memurlardan ayrı bir cennet yoktur. Girmeyi hak ederlerse hepsi aynı cennete girecek. Çünkü cennet protokol çadırı değildir! Üstünlüğün ölçüsü dünyadaki statüler değil takvadır. Takvanın önemli bir unsuru da kibir ve tekebbürün zıddı olan tevazudur. Rasûlullah (sav) “-Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse asla cennete giremez!” (Müslim, İman, 147) buyurur. Tevazu cennete, kibir cehenneme götürür. Mesele bu kadar açıktır.
Hal böyleyken; tabuta bile çaktıramadığımız unvanlar ve apoletler için veya sahip olduğumuz, aslında sahip olduğumuzu zannettiğimiz makam, servet, meslek, ilim, kariyer, güzellik ve güç gibi; fani dünyanın geçici nimetleri için kibirlenip böbürlenmeye, hased etmeye, hırsa kapılarak yanlış yollara girip ahiretimizi berbat etmeye ne gerek var? Ne diyor şu bizim Yunus; "Bir avuç toprak, biraz da suyum ben. Neyimle övüneyim! İşte buyum ben."
Şimdi tekebbürle tevazu, yani cennetle cehennem arasındaki uçurumu daha net görebilmek, dersler ve ibretler alabilmek için vahyin nüzül ortamına gidelim…
Rasûlullah (sav)’in peygamberliğinin ilk yıllarıydı. Ahalinin ezilmiş (mustazaf) kesiminin önemli bir kısmı İslâm’a girerlerse, Mekke’nin kodamanları (müstekbir) tarafından cezalandırılacaklarını düşünüyor ve İslâm’a girmede tereddüt ediyorlardı. Rasûlullah (sav) ise “Mekke’nin kodamanlarından birkaçını İslâm’a girmeye ikna eder, hidayetlerine vesile olursam halkın İslâm’a girmesi daha kolay olur ve Müslümanlıklarını gizlemek durumunda kalmazlar.” diye düşünerek müşrik liderlerinden bazılarıyla konuşma kararı almış, bu stratejik fikri doğrultusunda onlarla buluşmuştu. Rasûlullah (sav) anlatıyor müşrikler dinliyor, arada soru soruyorlardı. Tam bu esnada iki gözü de görme engelli (kör değil!) olan, ilk Müslümanlardan Hz. Abdullah İbn Ümm-i Mektum (r) gelmiş; “-Ey Allah’ın Rasûlü! İslâm’a dair beni irşad eder misin?” diye istirhamda bulunmuştu. (Vahidî en-Neysaburî, Esbabü Nüzüli’l-Kur’an, Tahkik: Kemal Besyunî Zağlûl, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye Yay. 1411/1991, s. 471-472) İslâm’ı kabul noktasında mesafe kat ettiğini sanan Rasûlullah (sav)’in, Hz. Abdullah (r)’ın daha sonra da sorabileceği bir soruyla araya girmesiyle müşriklerin bu durumdan hoşlanmayıp çekip gitmelerinden ve böylece planının bozulmasından endişe duyduğu için birden yüzü düşmüş (abese) ve müşriklerle konuşmak için tekrar onlara dönmüştü (tevellâ). Fakat Hz. Abdullah (r)’ı da azarlamamıştı. “Senin yüzünden her şey alt üst oldu. Yıkıl karşımdan!” gibi sözler sarf etmemiş, hakaret kesinlikle söz konusu bile olmamıştı. Üstelik Hz. Abdullah (r)’ın kalbi de kırılmamıştı, görme engelli olduğundan Rasûlullah (sav)’in yüz hatlarındaki değişikliği görmemişti. Ne var ki Allah her şeyi görmüş, tam bu esnada Abese suresini vahyetmiş, Rasûlullah (sav)’i uyarmıştı; “-Suratını astı, yüzünü çevirdi. Çünkü ona gözü görmeyen biri gelmişti. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı. Yahut o öğüt alacak da öğüt kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her şeye yeterli gören (kibirli) ile ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin! Ama gönlünde Allah korkusu taşıyarak koşup sana gelenle ilgilenmiyorsun!” (80/Abese, 1-17)
Rasûlullah (sav)’in Hz. Abdullah b. Ümm-i Mektum (r) ile bu olaydan sonraki ilişkilerindeki rekâket ve nezaket ise apayrı bir makale konusudur. Biz olsak bir astımızın yüzünden üstümüzden azar işittiğimizde, onu her gördüğümüzde “Senin yüzünden azar işittim!” der, yüzünü bile görmek istemeyiz. Ama Rasûlullah (sav) öyle yapmamıştı. Hz. Abdullah (r)’la ne zaman karşılaşsa “-Merhaba ey kendisinden dolayı Rabbimin beni azarladığı zat!” buyurarak ona hep şefkatle yaklaşmıştı. (Vahidî, age, s. 471) Rasûlullah (sav)’in bir müezzini de Hz. Bilâl (r) ile birlikte Hz. Abdullah (r) idi (Buharî, Menakibü’l-Ensar, 46). Dahası bir gaza veya sefer için Medine’den ayrılması gerektiğinde Rasûlullah (sav) Hz. Abdullah (r)’ı yerine vekil bırakmış, yani ona devlet başkanlığı vekâleti vermişti. Bu vekâletin 13 kereden fazla olduğu kaydedilmiştir. (Bkz. Abdullah Aydınlı, “İbn Ümmü Mektum” Mad. TDV. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul: 1999, c. 20, s. 434)
Bu ayetler Kur’an’ın Rasûlullah (sav)’in değil Allah’ın kelâmı olduğunun da delilidir. Zira hiç kimse kıyamete dek okunsun diye yazdığı bir kitapta kendi kendini böylesi ağır ifadelerle uyaran sözler kullanmaz! Benzer daha birçok hikmetler barındırmakla birlikte bunları paranteze alarak sadece şunları zikredelim;
1-Hiç kimse hiç kimseyi ‘ikinci sınıf vatandaş’ olarak görüp onu ihmal edemez! Allah kullarından ne istiyorsa görevi odur. Bir garibe “Allah için çalışıyoruz, şimdi sırası mı!” muamelesi yapmak insanın kendini kandırmasıdır.
2-Bütün insanlığın yarım saat içinde Müslüman olacağı garanti olsa, yine de bir insana, hele engelli bir insana “Bugün git yarın gel!” diyemez hiç kimse! Çünkü Allah neye önem vermişse o önemlidir. Bize göre önemli olan Allah’a göre önemsizse onun hiçbir değeri yoktur!
3-Mustazaflardan yana tavır konmadığı zaman, Rasûlullah (sav) dahi söz konusu olsa Allah kimsenin gözünün yaşına bakmıyor!
4-Bazı hesaplar ahiretten önce dünyada başlar. Kimin yarın kiminle hangi şartlarda karşılaşacağı hiç belli olmaz! Bugün kapıdan kovan biri, yarın kapısından kovduğu kişinin karşısında ceket iliklemek zorunda kalabilir. Hiç kimse bugün içinde olduğu şartlara aldanmamalıdır. Yarınlarda şartların ne olacağını Allah’tan başka kimse bilmez. Nitekim Allah; “-Biz (iyi ve kötü) günleri insanlar arasında döndürür dururuz.” (3/Al-i İmran-140) buyurmuştur. Bu ayetin mesajı şudur: Keser döner sap döner, bir gün gelir hesap döner.
Sonuç olarak;
Bir mağdur veya mazlum, mağdur olması da şart değil, kendi halinde herhangi bir insanla ilişkisinde, o kişi değil hakaret, ihmal dahi edilse; Rabbimiz alemlere rahmet vesilesi kıldığı Rasûlü’nün bile gözünün yaşına bakmamışsa; “Kibir ve bencilliğimizden zarar görenlerin hesabını Allah bizden nasıl sorar!” diye kafamızı ellerimizin arasına sokup düşünmek zorundayız. Nefis terbiyesi için de fazla vaktimiz yok! Zira her nefesimiz son nefesimizdir!
Hz. Abdullah İbn Ümm-i Mektûm (r) şehid oldu. Mekke’nin müstekbir müşriklerinden ise herkes “geberdi” diye söz ediyor. Kim mütevazi ise canı cennette, kim kibirliyse canı cehennemde olacak! Ezenler de ezilenler de öte tarafta şimdi! Sümeyyeler ve Ammarlar hesap sormanın heyecanıyla, kibirli müstekbirler hesap vermenin korkusuyla kabirde beklemeye devam ediyorlar.
Peki biz kimlerle dirileceğiz! Hz. Abdullah İbn Ümm-i Mektûm (r) ile mi, yoksa Ebu Cehiller ile mi?
İletişim: http://www.irfanbayin.com.tr
Allah razı olsun üstadım. Rabbim kibirden uzak, rızasına nail olabilmeyi lutfeylesin.
Hoşgeldiniz Kıymetli Hocam, özlemiştik..Bir ALLAH dostunun dediği gibi:"Sen ALLAH'ı hoşnut et; insanların Cenneti yok ki seni Cennetine koysun.." Tevâzu ,insana yakışan en güzel haslet bence..O,oldu mu gerisi kendiliğinden gelir..
Hocam kaleminize sağlık Son zamanlarda unutulan Edep, Tevazu gibi değerleri yeniden toplumumuza hatırlatmamız gerekiyor. Yoksa edepli, tevazu sahibi insanlara toplum, pısırık bir insanmış gibi davranıyor. Buna karşı edepsiz ve tevazudan uzak kibirli olanlar ise daha fazla özgüvenli ve itibar gören insanlar oluyor. Malesef....
İrfan hocam Allah razı olsun. İRFAN SOFRASI niteliğindeki güzel yazılarınıza tekrar başlamaya zaman bulabildiğiniz için teşekkür eder, düzenli bir şekilde devamını dilerim.