“Allâh’ım! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan ve cimrilikten Sana sığınırım.” (Buharî: Deavât 38)
Acizlik, korkaklık, tembellik ve cimrilik bir Müslüman’da asla bulunmaması gereken kötü hasletlerdir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamberde bulunması hiçbir şekilde mümkün olmayan bu illetlerden Allah’a sığınırım şeklinde yaptıkları dua çok ince ve derin anlamlar, esrarlı şifreler ihtiva etmektedir.
Dua şeklindeki bu ifadeler, bize nebevî bir ikaz ve tavsiye niteliğindedir. Bu dua ile verilmek istenen mesaj Müslümanın bu hasletleri asla taşımamasının gerekliliği, tam karşıtı olan ahlâkî özelliklere sâhip olmasının zarureti ve arzu edilmesidir. Sanki Allah Resulü bu duası ile bize “Âciz, tembel, korkak ve cimri olmayın /Dinamik, çalışkan, cesur ve cömert olun” demektedir. Peygamberimizin dua formatındaki bu beyanı, ümmetin bu illetlerle çok yaygın şekilde karşılaşacağına, bu manevi hastalıkların başlarına çok büyük işler açacağına, felaketler getireceğine bir işaret, bu çeşit hastalıklardan korunmamız için Allah’a sığınmamız konusunda bir emir niteliği taşır. Bugün “İslâm âlemini kasıp kavuran, maddî planda geri kalmamıza sebep olan manevi hastalıklar nelerdir?” konulu bir yarışma açılsa belki de en güzel cevap bu hadis-i şerif olacaktır.
“Allah’ım, ürpermeyen kalpten, kabul edilmeyen duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” (Tirmizi deavat-68) duasını da aynı bakış açısından değerlendirdiğimizde; ümmetin yukarıda belirtilen illetlere müptela olduklarında kendileri açısından düşecekleri duruma işaretler vardır. Bu işaretlerin projektöründen günümüze ve kendimize baktığımızda ‘doğru söyledin ya Resulallah” kalplerimiz ürpermiyor, dualarımız kabul olmuyor. Nefislerimizi doyuramıyoruz ve ilmimiz amelimize vesile olmuyor, bize fayda vermiyor demekten başka çare kalmıyor.
Allah Resulünün beyanlarında, sâdece karşısındaki kişilere değil, onların şahsında kıyamete kadar gelecek bütün nesillere hitap vardır. O, tüm coğrafyaları kucaklayarak bütün ülkelere, tarihi aşarak bütün çağlara seslenir. Her biri birer şefkat iksiri, rahmet damlası ve sevgi sembolü olan hadis-i şerifler derinliğine incelendiğinde, en nazik üslûp kullanılarak verilen nebevî mesaj, kelime seçiminden cümle içindeki sıralanmasına, illetin teşhisinden tedavi için gösterilen işarete varıncaya kadar çok özel bir anlamlılığa sahiptir. İlletlerden korunmaya, müptela olunduğunda da kurtulmaya verilen reçete gibidir.
Peygamberimiz’in (sav) duaları, sıradan bir dua gibi değerlendirilmemeli, ciddi bir şekilde üzerinde durulmadan ve incelenmeden sadece okunmak için okunmamalıdır. Zira O’nun dualarının apayrı bir anlamı ve boyutu vardır. O (sav), dualarında sâdece kendisi için değil aynı zamanda bizim için de yalvarmış, ya da bizim Cenâb-ı Hakk’a ne şekilde yalvarıp yakarmamız gerekiyorsa açıktan yaptığı dualarda o şekilde bize rehberlik yapmıştır.
Yazımızın konusu olan Hadis-i Şerifler; Allah’ın adını yüceltmek, yeryüzüne hakkı, adâleti, rahmeti, müsamahayı, sevgi ve saygıyı hâkim kılmak, insanlığı kullara kulluktan kurtarıp Allah’a kulluğa dâvet etmek gibi en büyük, en ulvî ve en mukaddes davanın sâhibi olan Müslümanın, davasını öğrenme, yaşama ve yaşatma yolunda aktif, dinamik, cesur, faal, fedakâr, ilmi ile amil, canlı ve heyecanlı olmak zorunda olduğu gerçeğini ifade ederken taşıması gereken kimliğin formatlarını da ortaya koymaktadır.
Müslüman her zaman ve her konuda önce Allah’a güvenmeli, O’na dayanmalı, asla kendisini “âciz, zayıf, biçare” olarak görmemalidir. Onun acizliği ve çaresizliği sâdece Rabbine karşıdır. Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayrılmamak şartıyla olaylar karşısındaki haklı ve seviyeli tepkisini sürekli olarak ortaya koyabilmeli, İşler planladığı gibi gitmediğinde dahi Allah’a güvenmeli, Allah’ın kendisi için dilediği daha güzel planları olduğu düşüncesi ile acze, umutsuzluğa, tembelliğe düşmemelidir. “Kim şu üç şeye sahip olursa dünya ve ahiret dileklerine kavuşur. Allah’a sığınmak, İlahi takdire razı olmak, Allah’a karşı hüsn-i zanda bulunmak.”
Müslüman, İslâmı yaşarken ve yaşatma davası ile hizmet ederken sâdece yaptıklarından değil, yapma kabiliyeti ve kudreti bulunduğu halde yapmadıklarından da sorumlu olduğunun şuurunu taşıyarak çok çalışmalı, İslâmî çalışmalardan uzak durmamalı, kendisinden beklenen gayreti ortaya koymalıdır. Yaptıklarını yeterli görerek kendini teselli etmemeli, yapabileceklerinin hesabını da Cenab-ı Hakkın kendisinden soracağının hesabını yapmalıdır.
Her konuşmasına “Allah’tan korkun!” diye başlayan son Peygamberin ümmeti, Allah korkusu yerine basit, geçici ve yersiz dünyevi korkulara kapılmamalı; imanını, ihlasını ve ilmini takviye edici çalışmalardan uzak kalmamalıdır. Dünyadan çok ahirete yatırım yapan ve tarihin şeref levhalarında yerini almış olan İslam büyüklerinin, cefakâr Müslümanların ve özellikle altın nesil sahabe-i kiramın sergiledikleri hizmet ve fedâkarlık örneklerini iyi okumalı ve hayatına yansıtmalıdır.
Allah c.c. bu istikamette yar ve yardımcımız olsun.