Siyaset, “toplumun işlerini üzerine alma, yürütme, yönetme işi, insan topluluklarını yönetme sanatı” şeklinde tanımlanır.
Ama tek başına bu tanım, insanın kâinattaki varoluş hikmetini ihtiva etmeyen, kuru, kaba ve ruhsuz bir ideolojik anlamı içinde barındırmaktadır. Bu nedenle kavram, politika terimiyle de açıklanmıştır. Politika ise tamda ifade ettiğimiz gibi “kuru, kaba ve ruhsuz” ifadelerini haklı çıkartacak bir tanımla izah edilmiştir.
Nitekim Türk Dil Kurumu’na göre siyasetin eş anlamlısı da olan politikanın, bir hedefe varmak için karşısındakilerin duygularını okşamak, zayıf noktalarından veya aralarındaki uyuşmazlıklardan yararlanmak gibi anlamının olduğu da, aynı kurum sözlüğü tarafından ifade edilmiştir.
Ahlak tarafı tamamen dışlanmış böyle bir siyaset anlayışı insani olmadığı gibi, İslami de değildir.
Oysa İslâm düşüncesinde siyaset kurumu, Allah, insan, toplum ve tabiat arasındaki ilişkilerin niteliğini esas alır ve bu niteliği değerler etrafında şekillendirir. Bu nedenle söz konusu ilişki biçiminde ahlak en baş köşeye oturmak zorundadır. Dolayısı ile bu ilişkilerin düzenlendiği sahne olan siyaset ile ahlak birbirinin ayrılmaz parçasıdır.
Bu yaklaşım, Gazzâlî gibi İslam düşünürlerini, siyasetin şerefli bir meslek olduğu kabulüne götürmüştür.
Meseleye bu zaviyeden baktığımızda, ülkemizde de siyasetin aynı ahlak ve şeref ilkeleri çerçevesinde yapılmasını beklemek gibi bir hakkımız bulunmaktadır. Çünkü bu coğrafya Müslümanlardan oluşmakta ve siyasetçilerinin de öyle olduğu kabul edilmektedir.
Nitekim seçim dönemlerinde tüm siyasetçilerin Cuma namazlarında boy göstermeleri, hem kendilerinin Müslüman olduğu vurgusuna dayanmakta hem de yönetecekleri insanların Müslüman kitleler olduğunun bilincinde bulunduklarını göstermektedir.
Buna rağmen Türkiye’de siyaset öteden beri tamamen pragmatist ve Makyavelist bir anlayışla yapılmaktadır.
Ancak, bir siyasi lider olarak Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanlığı dönemi de dahil, siyasi hayatının başından beri bu anlayışın dışında bir siyasetçi olarak dikkat çekmiştir. Herkes tarafından kabul edilmektedir ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan “ne düşünürse onu söyler, ne söylerse de onu yapar”. Muhalif olsun veya olmasın, halktaki algı da düşünce de budur.
Depremdeki müdahalede gecikmiş olmasını kabul ederek canlı yayında Adıyaman halkından özür dilemiş olması, onun bu konudaki tutarlılığını gösteren en taze örneklerden biridir. İşte bu davranış, onun, siyaseti ahlaki düzeyde uyguladığını göstermektedir.
Bu, tam da seçimlere giderken siyasi bir liderin itiraf edebileceği bir şey değildir; siyasi anlayışına ahlaki ilkeleri uygulamada yüksek derecede hassasiyet göstermeyen hiçbir siyasetçinin yapamayacağı şeydir.
Muhalefet tarafından aynı şeyleri söylememiz ise, ne yazık ki mümkün görünmemektedir.
Türkiye’de zaten muhalefet sorununun yaşandığı herkesin kabul ettiği bir gerçek olduğu gibi, ahlaki bir muhalefet sorununun olduğu da açıktır. Nitekim, Kahramanmaraş merkezli büyük depremin akabinde yaşananlar, bu tezimizi açık bir biçimde doğrulamaktadır.
Aslında deprem, Türk siyasetinin içine düştüğü pespaye durumu ortaya çıkaran bir turnusol görevini görmüştür.
İktidarın düşürülmesi için her türlü ahlak ve hukuk dışı yollara başvurmak, Türk siyasetinin muhalif kanadı için mübah görülegelmiştir. Siyasi tarihimizde başbakan ve bakanların idam edilmesi, muhalefetin komplo ve iftiralarıyla gerçekleşmiştir.
Türkiye’de Ak Parti lideri Erdoğan’ın, kararlı duruşu ve yaptığı yasal değişikliklerle askeri darbelerin önünü kesmesi muhalefeti oldukça öfkelendirmiştir. Bu siyasi öfke, sahiplerini hem ürpertici beklentilere düşürmüş hem de etik dışı yöntemlerle iktidarı yıpratma, hatta düşürme heveslerini kamçılamıştır.
Türkiye’nin önüne çıkarılan bütün engeller Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aldığı hızlı ve kararlı tedbirler sayesinde bertaraf edilmiş, her seferinde “bu sefer düşecek” dedikleri Erdoğan’ı daha da güçlendirmiştir.
Bir ara oyları düşüşte görülen Ak Parti, Türkiye’de hiçbir derde deva olmayan muhalefeti ümitlendirdiyse de, son virajda 2022’nin Temmuzu’ndan itibaren yeniden yükselişe geçmiştir.
Müzmin muhalif Can Ataklı dahi artık Erdoğan’ın 2023 seçimlerini kazanacağından emin idi ve bu nedenle videoya çektiği bir konuşmada, “Tayyip Erdoğan’ın artık bir seçimle bu ülkenin başından gitmesi mümkün görünmüyor. Darbe yapılabilecek bir kabiliyet de yok. Tayyip Erdoğan’ın gitmesi için çok büyük bir halk öfkesi olması lazım. Büyük bir doğal afet, büyük bir deprem, çok büyük bir sel, Avusturalya’yı yakan yangınlar gibi çok büyük yangınlar, çok büyük can kayıplarının olduğu afetler… Ama tabi esas en korkutucu olan Türkiye’nin büyük bir askeri başarısızlık elde etmesi gibi (bir şey lazım)” demişti.
İnsanın tüylerini ürperten senaryolar. Ve Ataklı’nın bütün bu felaketleri temenni ediyor oluşu, görüntülerdeki konuşma tarzıyla jest ve mimiklerinden çok net belli oluyordu.
Tuhaf bir biçimde Ataklı’nın beklediği o çok büyük deprem gerçekleşiyor, Türkiye 6 Şubat sabahına doğru dünya tarihinin en yıkıcı ve alan olarak en geniş depremiyle sarsılıyordu.
Can Ataklı ve muhalefete gün doğmuştu. Artık Erdoğan bu depremin altında kalırdı.
Nitekim muhalefet daha ilk günden itibaren manipülatif haberler ve açıklamalarla depremzedelerin acıları üzerinden iktidara ve tabi Tayyip Erdoğan’a vurmaya başladı. Konuştukları ilk şey, “İktidar (Erdoğan) depremin enkazı altında kalmıştır” oldu. Halbuki böylesi afetlerde yapılacak ilk şey, yaraları sarmak afetzedelere umut aşılamak olmalıydı.
Muhaliflerden Gezici Araştırma Şirketinin sahibi Murat Gezici 9 Mart tarihinde CNN Türk’te Hande Fırat’ın “Deprem Ak Parti’ye oy kaybettirdi mi?” sorusuna, Can Ataklı’ya kötü haber niteliğinde şöyle cevap veriyordu: “Deprem Ak Parti’ye olumsuz yansımadı. Halka sorduğumuzda halk depremle ilgili sorunları yine iktidarın çözeceğine inanıyor, Tayyip Erdoğan’a güveniyor”.
Muhalefet için sözün bittiği yerdi burası.
Nasıl böyle bir şey olabilirdi. Dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir iktidar böylesine büyük bir afete dayanamazdı. Üstelik muhalefet olarak o bölgelere kendileri gitmişler, vekillerini, medya mensuplarını göndermişler ve oralarda bazı insanları hükümet aleyhine konuşturmuşlardı.
Akıl muhalefetin düştüğü hataları izah etmekten aciz kalıyordu. Mesela, muhalefetin medya gruplarından muhabirler veya onların mikrofon tutarak konuşturdukları kişiler “burada devlet yok” diyor, diyor demesine de arkasında kamera kadrajında askerlerin enkazda harıl harıl çalıştıkları görülüyor. Diğeri “burada ne AFAD var, ne Kızılay” diyor, ama bunu derken arkasında AFAD yazılı çadırlardan oluşan koskoca çadırkent kadraja yansıyıveriyordu.
Bir başkası çıkıyor, canlı yayında ekrana, “burada hiçbir çalışma yok” diyor; fakat arkasındaki makinalar, vinçler ve ekipler enkazdan hayat kurtaranlara yardımcı olurken ekranda görünüveriyordu.
Daha da kötüsü, toplumun en fazla tanıdığı ve uzun yıllar programlarını izlediği muhalif Uğur Dündar, yaşından-başından beklenmeyecek bir aymazlıkla enkazın başında titreyen bir sesle, “ben dayanamıyorum böyle şeylere” diyerek güya ağlamaya başlıyor; fakat bu ağlamanın da, çekim bitti startı verilir verilmez, daha beş saniye geçmeden kahkahalarla devam etmesiyle sahte bir ağlayış olduğu seyredenler tarafından anlaşılıyordu.
Bütün bunların ötesinde, daha da akıl dışı olanı, Gelecek Partisi başkanı başta olmak üzere bazı muhalefet parti başkanlarının söylediği ve manipülasyonların çok ötesinde açıkça yalan olduğu belli olan iftira düzeyinde açıklamalar yapıldı. Bu parti başkanları, “kurtarma ekipleri enkazın altından Ak Partili olanları çıkarıyor, diğerlerini ise bırakıyor” dediler. Bu akıl ve insanlık dışı iftiraları atan bu parti başkanlarına vatandaşlar, “enkazın altında kalan depremzedelerin alınlarında mı yazıyor hangi partiden oldukları” sorusunu haklı olarak soruyor ve bu tür yalan ve iftiraları kaydediyordu.
Muhalefet partilerin başkanları ağız birliği etmişçesine bu kez Kızılay gibi hassas bir kuruma saldırıyor, onları halka çadır satmakla suçluyorlardı. Oysa Kızılay halka çadırı bedava dağıtıyor, ancak deprem sürecinde 850 milyon tl bağış toplamış sivil bir derneğe haklı olarak ücret karşılığında çadır veriyordu. Bu güzide kurumu manipülasyonlarıyla tahrip etmeye çalışan bu başkanlar, “yüklü bağışlar toplamış bir derneğe Kızılay neden bedava çadır versin?!” sorusunu duymazdan geliyorlardı. Halbuki bu paralar başka çadırlar yapmak için kullanılacak, olası başka afetlere dinamik bir biçimde hazır olunacaktı. Olması gereken de buydu.
Saadet Partisi başkanı hızını alamamış, “bir daha Kızılay’a kan vermem” diyecek kadar ileri giderek, devletin en köklü ve insanların en ihtiyaç duyduğu kurumunu tahrip etmeyi kendine görev bilmişti. Bu, ahlaki bir tavır olamazdı.
İyi Parti başkanı Meral Akşener, “1999 depreminde ben İstanbul’dan Kocaeli’ye geldim. Bayındırlık Bakanlığı 40 günde depremzedelere prefabrik evleri teslim etti” diyor; ama bunu derken halkın gözünün içine baka baka yalan söylüyordu. Doğrusunu ise dönemin Cumhurbaşkanı Demirel deprem bölgesinde halka şu sözlerle anlatıyordu: “Deprem çok büyük bir depremdir. Devlete sitem ediyorsunuz. Tamam ama, yine bu devlet saracak yaralarınızı” dedikten sonra, “bakın Bayındırlık Bakanı yanımda, 85 günde iki defa buraya geldi” diyerek, ilgili bakanın koskoca üç ayda sadece iki defa gelişini gururla anlatmaya devam ediyordu.
Meral Akşener’in, dönemin Bayındırlık Bakanı Ankara’dan Kocaeli’ye 350 km’lik bir mesafeye 85 günde sadece iki defa gelebildiği halde böyle bir yalanı söylerken, her biri Ankara’ya ortalama 600 km uzaklıkta olan 11 ilde depremin ilk gününden itibaren kamp kuran Erdoğan iktidarının bakanlarının emeğini görmezden gelmesi ve üstelik onlara hücum etmesi, hiç ahlaki bir siyaset değildir.
Bazı muhalif siyasetçiler iftira ve yalan söyleme konusunda ipin ucunu daha da kaçırıyor ve “Cumhurbaşkanı Erdoğan nerede?! Deprem bölgesine bir defa bile gelmedi” diyerek yalanlarını pekiştiriyorlardı. Oysa onlar bu iftiralarını atarken, Cumhurbaşkanı Erdoğan üçüncü kez geldiği deprem bölgesinde basın açıklaması yapıyordu. Muhalif kanatta siyasi ahlak artık diplerdeydi.
Bu muhalif başkan ve siyasetçiler, statlarda ve caddelerde gizli eller tarafından iktidara karşı organize edilen sloganları ve gösterileri kışkırtmaya devam ettiler. Tıpkı 27 Mayıs ihtilaline giden gösterileri organize edip kışkırttıkları gibi. Böyle bir tavır siyasi partiler için ahlaki değildi.
Çünkü partiler demokrasilerde halkı terörize ederek değil, projeler üretmek suretiyle kendilerini halka kabul ettirmek için kurulurlardı; muhalefetlerini bu projelerle yaparlardı.
Ana muhalefet partisi grup başkan vekili Özgür Özel’e soruyorlar: “Bir şehrimizde belediye seçim sürecinde halka bedava traktör vereceğinizi söylemiştiniz. Orayı kazandınız. Traktör verdiniz mi?!”. Özgür Özel cevap veriyor: “Onu biz daha vurucu olsun diye söyledik”.
Halkla dalga geçer gibi yalan söylemek hiç ahlaki değil. Yalanın bizatihi kendisi ahlaki değil. Ama muhalefet için fark etmiyor, Tayyip Erdoğan iktidarı yıkılsın, varsın onlar ahlak dışı yöntemleri uygulasınlar!
Türk siyasetinin muhalif kanadı, daha birçok örnekle uzayıp gidecek olan tüm etik dışı, hatta bazen de insanlık dışı itham ve iftiralarıyla Erdoğan iktidarına saldırmaktadır.
İşte bu yüzden muhalif Murat Gezici’nin de dediği gibi halk Erdoğan’a güvenmekte, “yaraları sararsa yine Cumhurbaşkanımız sarar” demektedir.
Siyasetin muhalefet tarafından böylesine çirkefleştirildiği bir zeminde aklıselim insanlar, bu tür manipülasyonların ve iftiraların hedefi olan Ak Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın etrafında kenetlenmeye başlamışlardır.
Dolayısıyla, halkın Erdoğan sevgisinin ve ona duyduğu güvenin önüne deprem de geçememiştir.
Ve depremin gölgesinde Türk siyasetinin muhalif kanadı, ahlakla imtihanını kaybetmiştir.
YORUMLAR