ONURLU YENİLGİ ya da BARIŞ
Her şey Sayın Devlet Bahçeli'nin ''İmralı sakini 'Silah bırakma' çağrısı yapsın, gerekirse gelsin mecliste konuşsun!'' sözüyle başladı.
Yapma ihtimali en son kişiden gelen bu çağrı, kamuoyunda ''kelebek etkisi''oluşturdu. Artçı deprem dalgaları gibi toplumun tüm kesimlerini etkisi altına aldı.
Beklenildiği üzere bu çağrıya da ikiye bölünerek karşılık verdik:
Bir tarafta, içerde kardeşliği sağlamak adına taşın altına sadece elini değil gövdesini koyanlar; diğer tarafta siyasi hesaplar uğruna çözümsüzlüğe oynayanlar..
PKK yurt içinde neredeyse bitti, Suriye'de yeni yönetimle birlikte sınır dışında da iyice köşeye sıkıştı, ha bitti ha bitecek.. O halde devlet, bebek katilini yıllardır kafese kapatmış, dağdakileri tükenme noktasına getirmişken , neden terör örgütüne "silah bırak" çağrısı yapıyor?
Aslında hedef, asla ve kat'a, Kandil ve onların TBMM'deki siyasi temsilciler değil, ortada katledilmiş 40 bin insanımız varken, Kandil terörünün içimizdeki siyasi uzantılarına hangi saiklerle destek olduklarına bir türlü akıl erdiremediğimiz 6 milyon civarındaki Kürt kardeşimize ''onurlu bir vazgeçiş'' fırsatı sunmak..
Şairin dediği gibi kendilerini "Yenilmiş ordular kadar mahzûn, ezik ve sahipsiz'' hissetmelerine imkan vermemek.
(Kandil'in siyasi temsilcileri bunu ''Onurlu bir barış''diye lanse edecek o başka)
Amaç şu:
Dünya Savaşı çıkarma potansiyeli taşıyan Ortadoğu yanıbaşımızda iken, haritalar yeniden çizilirken, tüm siyasi riskleri alarak içerde kardeşliği, huzuru sağlamak.
Bir başka deyişle ''iç cepheyi sağlam tutmak.''
Bu kardeşlik girişimine; binlerce şehidimizi, sabote edilen ''çözüm''sürecini öne sürerek (kendilerince haklı sebeplerle) şiddetle karşı çıkanlar var ; ama
Millet, annedir; Devlet, baba.
Anneler, duygusaldır; babalar sakin ve sağduyulu..
Annelerin yüreği intikamla soğur belki; ama babalar bağrına taş basar, yeni Güneşler batmasın ister. Kardeşler arasında kavgalar olur, küslük olur, bazen araya ölümler bile girebilir; ama kol kırılır yen içinde kalır."der. Kan kusar; ama kızılcık şerbeti içtim.'' demeyi tercih eder.
Devlet Baba'nın meseleye bakışı tam da budur.
Ha uzatılan el tekrar ısırılacak olursa uyarı en yetkili ağızdan yapıldı zaten:
''Ya silahları gömecekler ya da silahlarıyla beraber gömülecekler.''
MUKTEDİR İKTİDAR-CESUR SAVCI
Adalet duygusu, en keskin duygulardan.. İnsan, birçok şeye katlanabiliyor: yoksulluk,açlık, savaş, ölüm vs..
Katlanamadığı tek şey adaletsizlik.
O yüzdendir ki Hz. Ömer (ra) asırlar önce tespiti yapmış:
"Adalet, mülkün temelidir. "
Bu memlekette adalet kavramının yara almasının en büyük sebebi, işlenen suçların cezasız kaldığı düşüncesi olmalı. Yapanın yanına kâr kaldığı bir sistem, insanların ülkesine olan inancını temelden sarsıyor.
Garibanlara anında ve eksiksiz işleyen kanunların, ne hikmetse özellikle "seçkinler"e işlememesi, onlara bir türlü dokunulamaması.
Oysa kanunlar önünde herkes eşit olmalı; gazeteciler, siyasetçiler, zengin ve nüfuzlu iş adamları dahil.
Teorikte böyle olması gereken, pratikte hiç de öyle olmuyor maalesef.
Bazıları "daha eşit" oluyor ne hikmetse!
Kanunların adaletli bir şekilde uygulanması " Cesur savcılar " sayesinde olabiliyor ancak ve "yargı bağımsızlığı"nın garantisi muktedir bir iktidarla elbet.
Aradan uzun yıllar geçse de nihayet "Akın Gürlek" isimli cesur bir savcı çıktı da bazılarının "halk ayaklanması" dediği; ama içlerinde asla "Türk Halkı"nın olmadığı, otobüslerin, polis otolarının yakıldığı, insanların hayatını kaybettiği, milyarlarca Dolarlık zarara yol açan ve Türkiye'nin tüm mâli, iktisadi, siyasi dengelerini alt üst eden "Gezi terörü" nün hesabını sormaya başladı.
Gezi Parkı olaylarının planlayıcılarından olduğu iddiasıyla hakkında soruşturma başlatılan menajer Ayşe Barım,"'Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme'' suçundan hakkında tutuklama kararı çıktı.
Şöhretine, sosyal statüsüne, siyasi nüfuzuna ve zenginliğine güvenip de ''Ben dokunulmazım; bana kimse bir şey yapamaz'' rahatlığı ile alenen suç işleyenler, şu gerçeği akıllarından çıkarmamalılar:
''Devlet tavşanı kağnı arabasıyla kovalar; ama sonunda mutlaka yakalar...''
SAMUR KÜRK
Normal bir ülkede, tatil için gidilen bir otelde yanarak hayatını kaybeden insanlar için, vicdan sahibi herkesin şu düşüncede buluşması gerekirdi değil mi:
''Böyle bir otelde ihmallere sebep olan ve gerekli denetimleri yapmayan herkes, bu korkunç facianın sorumluluğunu üstlenerek yargılanmalı.''
Ama hiç de olmuyor maalesef. Aziz(!) milletimiz, her daim olduğu üzere böylesi bir konuda bile karpuz gibi ikiye ayrılmayı başardı(!) Okuyalım da aman nazar filan değmesin...
Bu elim faciada suçu, bir taraf Kültür ve Turizm Bakanı'na; diğer taraf da Bolu Belediye Başkanına yüklemeye çalışıyor var gücüyle..
Yetkili pozisyonunda bulunanlar da suçu birbirlerinin üzerine atmakla meşgul, kimse sorumluluklarını kabul edip hesap vermeye yanaşmıyor.
Tevekkeli değil "Suçu, samur kürk yapmışlar, kimse beğenip de üzerine almamış.''
Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan'ın ''Bu olayda sorumluluğu olan kimsenin gözünün yaşına bakmayacak, kimin ihmali veya kusuru varsa hepsinden tek tek hesap sorulmasını temin edeceğiz ...'' sözleri mevkisi, siyasi görüşü, sosyal statüsü ne olursa olsun-Bakanlar ve Belediye Başkanları dahil- sorumluların cezasız kalmayacağına olan inancımızı diri tutuyor.
Hayatını kaybeden 36'sı çocuk 78 kişi, siyasetin mezesi olmamalı..
Allah ın rızasını nasıl kazanırım diyenle cebime kaç lira girecek diye hareket edenler hiç bilenle bilmeyen bir okurmuş misali hakkın yanında ve batılın yanında olanlar kısa süre sonra Allah’ın huzurunda uykudan uyanmış olarak hesap verecekler