Bu defa kendi yazdıklarımı değil de okuduğumda çok etkilendiğim bir hikayeyi (hatıra) paylaşacağım izninizle...
BİR RAMAZAN HİKAYESİ
Küçükken Kariye'deki evimizde oturduğumuz dönemde bir Ramazan günü iftar sofrasında sokaktan bir bağırış sesi duyduk.
"Kalkın Ümmeti Muhammed! Siz karnınızı doyuruyorsunuz ben açım Kalkıııın!" diye bir bağırıyordu.
Eline geçen çaputu kıyafet diye giyinen, bir elinde içi çay dolu mavi ibrik, bir elinde bir poşet toz şekerle hızlı hızlı yürürken saçak saçak olmuş cübbesi uçuşan, bağırırken kollarını kaldırınca koca bir mağara olan yenlerinin mistik görüntüsünü kat kat arttırdığı Deli Ali'ydi.
Babam bu sesi duyunca koşarak gitti Ali'yi soframıza davet etti. Daha önce ne zaman görsem bu mistik görüntüsünden dolayı ürperip, korka korka gözden kaybolana kadar arkasından baktığım Ali'nin soframıza gelecek olması çok değişik gelmişti.
Ama Ali kapımıza kadar gelmesine rağmen babam ne kadar ısrar etse de içeri girmedi. "İyi madem burada bekle, bir tabağa koyup getirelim" deyince hemen kapının önündeki eşiğe oturdu. Bir tepsi yemeği hazırladık, bir ucundan babam bir ucundan ben tutarak götürdük.
O zamana kadarki ona karşı olan korkularımı haklı çıkarırcasına garip hareketler yapıyor, kendi kendine konuşuyor, ara ara yüksek sesle ALLAAAAAH diye bağırıyor, tıpkı yürümesi gibi hızlı hızlı yemeğini yiyordu.
Derken yemeği bitince tepsiyi aldığı gibi evin önündeki yokuştan yukarı doğru koşmaya başladı.
Hemen içeri koşup, "Baba! Deli Ali tepsiyi ve tabakları çaldı" dedim. Babam "Sus bakayım! Deli denmez! Otur yemeğini ye" diye beni susturdu, ama annemin "Bak gördün mü gitti güzelim tepsi. Çok işime yarıyordu" gibi sözlerini susturamamıştı .
Bir süre sonra kapı çalınmaya başladı. O kadar sert vuruluyordu ki kapıyla birlikte evin çatısı da yıkılacak sanmıştım.
Ali, tepsiyi ve tabakları caminin şadırvanında yıkayıp getirmiş. Tepsinin bir köşesine de teşekkür etmek için kendi yarım paket toz şekerini koymuş.
Tepsiyi verip yırtık pırtık cübbesi uçuşurken akşamın alaca karanlığında kayboluşu hâlâ gözlerimin önünde.
İnsanların dış görünüşünün yanıltıcı olabileceğini öğrendiğim ve hayatım boyunca unutamayacağım muhteşem bir dersti benim için.
Bu olay ne zaman aklıma gelse babamın Ali'yi sofraya davet edişini düşünür, "Bugün olsa o kıyafette bir adamı eve buyur edilebilir mi?" diye kendi kendime sorarım hep.
O zaman evimiz 25 metrekareydi. İçinde maddi kıymeti olan tek şey 37 ekran tüplü televizyondu. Kaybedecek bir şeyimiz yoktu. Daha özgürdük.
Bugün olsa "Hırlı mı, hırsız mı ne bileceğiz?" sorusuyla özetleyebileceğimiz, "sahip olduğumuz" şeylere zarar gelme endişesi taşıyoruz.
Yani konfora sahip oldukça huzurumuz değil, endişelerimiz çoğaldı.
Aşırı bir "hijyen" anlayışıyla dekore edilmiş mobilya vitrini gibi evlerimiz; maddi değeri yüksek eşyalarımız; "AÇIM" diye bağıran kişileri buyur etmekten çekineceğimiz steril hayatlarımız yüzünden daha az ders alacak şeylerle karşılaşıyoruz.
Belki de bu yüzden hoyratız.
(Erdem Sezer)
Çok ibretlik bir ders tablosu. Allah razı olsun üstadım. insanımızın sahip oldum zannettikleri ile kaybedilen şeyleri arasındaki fark çok korkunç.
Merkezine kendimizi ve sevdiklerimizi koyduğumuz hayatımıza o kadar gömülmüşüz ki dışarıda nasıl bir hayat var,insanlar hangi dertleriyle boğuşuyor,aç mı tok mu,sobası yanıyor,elektriği var mı gibi sorular dünyamızdan geçmiyor..Geçse bile ''Vah vah,Allah yardım etsin''diyerek güya hem vicdanımızı rahatlatıyoruz hem de çok kez yaptığımız gibi Allah'ın bizden yapmamızı istediği şeyleri,ona ustaca bir manevrayla gönderiveriyoruz üstadım..İşimiz hakkaten zor.