BAŞKASININ BOSTANINDAN KENDİ ÜLKESİNE HAVLAMAK
Cumhuriyet tarihimiz, geride bıraktığımız doksan üç yıllık bir süreçte entelektüel düzeyi göz kamaştıran üç-beş fikir adamından başka ne yazık ki kimse yetiştirememiştir. Osmanlı Devleti, yıkılış sürecinde bile yeni bir devlete hayat veren dahiler yetiştirirken, cumhuriyetimizin bu konuda neden kısır kaldığı sorusu, gerçekten önemlidir. Bugün gelinen nokta, bize, cumhuriyetin modern ve çağdaş münevverleri diye empoze edilen kişilerin, devlete hayat verme imkan ve istidatlarını geçtim, kendi ülkelerine nasıl kin, öfke ve nefret beslediklerini gördüğümüz bir noktadır
Türkiye’nin temel sorunlarından biri, milletin diliyle değil de ülkesine yabancı insanların diliyle konuşanların yıllarca “en mükemmel …” diye tanıtılmasıdır. En mükemmel gazeteci, en mükemmel araştırmacı, en mükemmel edebiyatçı, en mükemmel hoca, en mükemmel aydın. En mükemmel vs. vs. En mükemmelleri bitmeyen, ama bu en mükemmellerin hep ülkesine yabancı lisanlarla konuşmaları, bizim en büyük sorunumuz olmuştur.
Aydın olduğunu söyleyip de kendi ülkesinin gerçeklerine ve değerlerine yabancı olan aydın tiplerinin içinde bulunduğu krize biz, “aydın yabancılaşması” diyoruz. Fakat son dönemlerde yaşananlar “aydın yabancılaşması” kavramını çok masum kılıyor. Gelinen nokta ne yazık ki “aydın ihaneti”ne dönüşmüş bulunuyor.
Medyada boy gösteren bu tipler, bir dönemlerin “en”leri olarak bize dayatılmışlardı. Şimdi bakıyorsunuz, bu “en”ler ya PKK-HDP’nin yanında devletini katillikle suçluyor; bir bakıyorsunuz, FETÖ operasyonlarını yapanlara tehditler savuruyor; bir bakıyorsunuz, ülkede yapılan devrim niteliğindeki projelere falan odalar, filan dernekler adı altında köstek olmaya çalışıyor; bir bakıyorsunuz, başka ülkeler adına kendi ülkesine ihanet eden sözde gazetecilere, insan hakları gibi masum kavramların arkasına sığınarak sahip çıkıyor. “Sözde gazeteci” ifadesini, bu tiplerin gazetecilikten anlamadıkları için değil, asıl meslekleri ajan-provokatörlük olup gazeteci kimliklerine sığındıkları için kullandığımın bilinmesini isterim.
90’lı yıllardan bu yana “araştırmacı gazeteci” sıfatıyla takdim edilen ve pek de ayırıcı özelliği olmadığı halde göklere çıkartılan Can Dündar, şimdilerde neden geçmişte bu kadar yüceltildiğini izah edecek türden açıklamalar ve faaliyetler yapıyor. Orhan Pamuk’a da önce nobel ödülü vermişler; arkasından Türkiye için, “acınası bir yaratık, utanç verici bir Akdeniz erkeği” diye aşağılatmışlardı, Alman “Der Spiegel” dergisinde.
İlginç, Can’ımız da Almanya’da, hem de Cumhurbaşkanlığı sarayında. Kendi ülkesinin cumhurbaşkanlığı sarayı için olmadık hakaretlerde bulunanlar, başka ülkelerin saraylarında o ülkelerin özel defterlerini imzalamakla gurur duyuyorlar. Şu sözler Can’ımıza ait: “Bu özgürlük sarayında olmak benim için büyük bir onur ve imtiyaz”.
Vay vay vay! “Onur” ve “imtiyaz”. Ezilmişliğin böylesi, ancak, kendi milletine ihanet edebilecek ruh ve karaktere sahip olanlarda barınabilir. Ben bu kelimeleri bir yerlerden hatırlar gibiyim. Birisi de, bu ülkeye hizmet etmek için çırpınmaktan başka bir emeli olmayan Erbakan Hoca’ya başbakanlığı bırakması için kendisinde, “Beceremediniz, artık bırakın!” diye ültimatom verme cüretini bulmuştu. Kimdi dersiniz! Tahmin ettiğiniz gibi, FETÖ terör örgütü lideri Fetullah Gülen. Aynı Gülen bakın Papa’ya nasıl hitab ediyor gönderdiği mektupta: “Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan …/ En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle … size geldik. Yine müsamahanıza sığınarak …”. Yine vay vay vay! Kendi ülkenin başbakanına “çek git” muamelesi, elâlemin Papası’na “cenap”, “aciz olarak gelmek”, “biraz cüret” ve “müsamaha”. İki taraf da aynı ruh ve karakterde nasıl da birleşiyorlar!
Hem Can Dündar’da hem de Fetullah Gülen’de ezikliğin tavan yaptığı ifadeler bunlar. Ruh aynı, karakter aynı. Can Dündar’ın, kendi Cumhurbaşkanının karşısında ayak ayak üzerine attığı fotoğrafları gördünüz mü, bilmiyorum. Görmediyseniz kahramanımızın fotoğraflarını hemen internetten bulmanızı tavsiye ederim. Görün de, Türkiye Cumhurbaşkanının karşısında kahramanlık nasıl olurmuş, öğrenin, egolarınız galeyana gelsin, beniniz şâd olsun.
Ammaaa, onu gördükten sonra, yiğidimizin(!) Alman Cumhurbaşkanı karşısında duruşunu ve oturuşunu da seyredin. İşte burada bende kelimeler tükeniyor; sadece, tüm ruhumda dualarım ritim halinde dalgalanmaya başlıyor. O ritim dalgalarının yazıya dökülmüş hali mi?! “Allah’ım, bizlere böyle bir onursuzluğu ebediyen yaşatma!”. Çünkü insan onuru için yaşar. O gitti mi, artık kişi için yerin altı üstünden yeğdir. Kendi Cumhurbaşkanı karşısında kükreyen arslan, Alman Cumhurbaşkanı karşısında süklüm püklüm bir kediye dönüveriyor.
E Allah’ı var şimdi, Almanya da beslemesini mahcup ve madara etmiyor, sahip çıkıyor, Alman kimliği yerine kullanılan gri pasaportunu koyuveriyor cebine. Şu satırların okurlarından kaç kişiyi Almanya böyle bir bahtiyarlığa(!) eriştirir?! Öyleyse Can’ımızı da buna göre değerlendirin şimdi. Öyle değil mi ya! Can ne yaptı da siz değil de o, Alman makamları tarafından ayrıcalığı hak etti?!
Fetullah Gülen, hem yurt dışında yazdığı (yazdırttığı) makalelerde, hem de kendisiyle yapılan röportajlarda Batı’ya hitaben alenen, “Ben size hizmet ettim, beni Türkiye’ye teslim etmeyin” diyor. Başka! “Türkiye’ye müdahale edin” diyor. Mısır televizyonuna konuştu hazret, “Biz askeri dilde söyleriz, Türkiye'ye sağdan hizaya gel diyebilirler” diyor Batı için. Haklı, söyler askerî dilde o. 15 Temmuz şahit buna. İnsanın feryat edip kendini dağlara vurası geliyor. Allahım, biz bu maskara hainlere nasıl katlanmışız bunca senedir!
Can’ımız, yiğidimiz(!) ne yapıyor?! Can Dündar, katıldığı Alman televizyon programında Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi Aslı Erdoğan'ın cezaevinden gönderdiği mektubu okuyor. Bilmeyenler için söyleyelim, gazete PKK yayın organı. Yani o mektup üzerinden bir güzel PKK propagandasını yürütüyor, Türkiye’ye, yani kendi ülkesine salvolar düzenliyor. Yetmiyor, Avrupa'dan Türkiye'ye müdahale etmesini istiyor. Bu da yetmiyor, bunun için Avrupa halkına, “Hükümetinizden harekete geçmesini isteyin” diyerek, adeta yalvarıyor. Can Dündar’a Türkiye’yi karalaması için Almanya’da özel görev bulundu bile. Dündar burada kurulacak olan gazetecilik merkezinin başına geçecek ve tabii ki burayı bir ihanet üssü olarak kullanacak. İhanete delil istiyorsunuz öyle mi!
19. yüzyıl Osmanlı aydınları da özellikle Fransa gibi ülkelerde toplanarak Osmanlı Devletine karşı en acımasız eleştirileri getirmişler, kendi devletlerinin başkanlarına her türlü iftirayı reva görmüşlerdi. Bunun için kendi vatanlarına karşı Batılıları harekete geçirmeye çalışmışlardı. Yani, başkasının bostanından kendi ülkesine havlamışlardı.
Sonuç mu! Koskoca bir devlet, 600 yıllık dev bir çınar dışımızdakilerden çok içimizdekilerin ihaneti yüzünden günden güne eriyerek, çatır çatır yıkıldı, gitti. Şimdi o dev çınarın bıraktığı yerler o gün bugündür rahat yüzü görmüyor. Sykes Picot’larla o coğrafyalara akbabalar gibi üşüşen Batılılar, kendi ülkesine havlayanlara da hiçbir şey bırakmamışlardı.
Bugün Türkiye, başta dediğim gibi bir “aydın yabancılaşması” yaşamıyor. O merhale çoktan geçilmiştir ve masum kalmaktadır. Çok açık ve net ki, bugün yaşananlar apaçık bir “aydın ihaneti”dir. 19. yüzyıl aydınlarının yeni versiyonları Türkiye’ye, kendi ülkesine ihanet etmekle meşguller. Ama onları besleyen Batılılara bizim kötü iki haberimiz var: “İhanet kokan aydınlarınızı alıp götürebilirsiniz. Çünkü artık Türkiye kendi aydınlarını yetiştiriyor”. İkinci kötü haberimiz de, “Sizin beslemelerinizin oyunlarına gelecek, ne Türkiye eski Türkiye, ne gençlik eski gençlik, ne de millet eski millettir”.