MİLLET OLARAK YOL AYRIMINDAYIZ
Ülkemiz önceki gece ne yazık ki menfur bir PKK terör saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Şu an itibarıyla 38 şehidimiz var. 155 de yaralımız mevcut. Şehitlerimize Rabbimden rahmet, yaralılarımıza da acil şifalar diliyorum.
Modern Türkiye, tarihinde hiç görmediği kadar büyük bir saldırı ve kuşatmayla karşı karşıya bulunuyor. Bu, sıradan bir terör kuşatması ve saldırısı değildir. PKK ve FETÖ gibi terör örgütleri tek başlarına Türkiye’yi meşgul edecek bir pozisyonda olamazlar. Bu örgütler, kendileriyle mücadeleye azmetmiş bir Türkiye’ye normal şartlarda çok hafif gelir.
Öyleyse bu terör örgütleri İstanbul’un orta yerinde eylemlerini nasıl yapabiliyorlar? Böyle bir gücü ve eylem kabiliyetini nasıl bulabiliyorlar?
Eğer bu eylemleri PKK terör eyleminden ibaret görüyorsanız, sorularınızda haklısınız. Ama bilinmelidir ki, bu eylemler öyle basit bir terör eylemi olmaktan çoktan çıkmıştır. Türkiye bugün terör örgütleriyle mücadele etmiyor; Türkiye bugün küresel Batılı emperyal güçlerle savaşıyor. Bu savaşta tetikçiler, sadece birer piyon ve tetikçi olmaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Efendileri emir veriyor, onlar uyguluyor. Raccamondalfie’den yaşlı bir eşkiyanın sözleri, bu durumu ne kadar da güzel anlatıyor: “Efendiler kalem kullanır, bizlerse silah”.
Hiç lafı eğip bükmeye gerek yok. Artık kitabın orta yerinden konuşma vaktidir. Efendileri, tarih boyunca yapmış oldukları katliamlara, soykırımlara rağmen kendilerini her zaman uygar dünyanın yaratıcıları olarak tanıtmayı bilmiş Avrupalılar; tüm sahtekârlıklarına rağmen bunu örtmeyi, üçüncü dünyadan devşirdikleri propagandist kuklaları ve sahip oldukları maddi gelişmişlikleriyle başarmış bir kıta. Üçüncü dünyanın işlenmemiş tüm zenginliklerini talan edercesine ülkelerine taşıyarak kendilerine dünya cenneti yaratan sömürgeci kıta. Kendi kurdukları sahte cennetle dünyanın gözünü kamaştıran ve sahtekârlıklarını böylece örtmeyi başaran beyaz benizliler. Bu beyaz benizlilere ABD’de dahil. Ne de olsa kökeni Avrupa. Kısacası, kendi dışındaki milletleri barbar gören Roma zihniyetinin mirasçısı, Batı.
İstanbul’da bir maç sorası, görevlendirilmiş olan çevik kuvvet ekiplerinin toplanma yerinde yarım tona yakın bir bombanın patlatılması iki günde gerçekleştirilecek bir olay değildir. Bu, nereden bakarsanız bakın haftalar süren planlı, programlı, sistemli, içeriden ve dışarıdan destek alınarak yapılmış bir terör eylemidir. Böyle bir eylemi PKK’nın, sadece kendi imkanlarıyla, tüm istihbarat birimlerinin dikkatli çalışmalarına rağmen gerçekleştirmesi mümkün değildir. En az, haftaları gerektiren böylesine planlı bir eylemin onlarca safhasından birine mutlaka takılması ve kendini açık etmesi gerekirdi. Gerçekten, istahbarat birimlerinin çok dikkatli ve titiz çalıştıklarını, her gün sessiz sedasız belki onlarca eylemi önlediklerini zaman zaman yetkililer üstü kapalı bir şekilde anlatıyorlar. Bu tür eylemleri önlemekle görevli birimlerin, bunları kamuoyuna kasım kasım kasılarak söylemesini kimse beklememelidir.
Organizasyonun kaynağı, tıpkı 15 Temmuzda olduğu gibi Batı’dır. Organizasyonlarda rol alan figüranlar ise PKK-FETÖ’dür. Bu eylemin, uygulamaya geçiş safhasında PKK-FETÖ ortaklığında gerçekleşen bir eylem olduğu gerçeği gözden kaçırılırsa, hata yapılmış olur. Teröristlerin, eylemi gerçekleştirinceye kadar geçen süre içinde istihbarat birimlerinden gizlenmiş olması, bu birimlerden destek almadan mümkün görünmemektedir. Söz konusu birimlerin içindeki FETÖ’ye mensup unsurların mutlaka açığa çıkarılması gerekmektedir. Eylemin yapıldığı mekândan, o mekâna teröristlerin intikal ettiği güzergâhların bulunduğu şehir veya şehirlerden, plan ve programın yapıldığı karargâhın bulunduğu bölgelerden sırasıyla hangi istihbarat birimleri ve görevlileri sorumluysa, bunların FETÖ ile bağları mutlaka ortaya çıkarılmalıdır. Sanmayalım ki, bütün FETÖ mensupları emniyet ve istihbarat teşkilatlarından temizlendi. Eğer öyle olsaydı, hiçbir işe yaramayan FETÖ mensuplarını ABD ve Avrupa ülkeleri kendi sırtlarında yük olarak taşımazlardı. Dikkati elden bırakmamalı ve gevşemeye mahal verilmemelidir.
Türkiye bir savaşın içindedir; bir varoluş ve beka mücadelesi vermektedir. Sözü edilen terör örgütleri, Batılı emperyal güçlerin ordularının, savaşmaları için ülkemizde görevlendirildiği öncü kolları, teröristler ise bunların öncü askerleridir. Bu durum artık çok nettir. Türkiye, bu Batılı emperyal ülkelerle savaşmaktadır. Türk milleti bunun bilincinde olmak ve gardını ona göre almak zorundadır.
Artık görülmektedir ki, Batı’nın gözü dönmüştür. Türkiye’ye karşı bir cinnet halini yaşamaktadırlar. Bu nedenle tüm düşmanlıklarını açıktan yapmaktadırlar. PKK-FETÖ-DHKPC, Türkiye’ye karşı kullanabilecekleri ne kadar terör örgütü varsa kendi ülkelerinde ağırlamaktadırlar. Sadece bununla da kalmayıp, Türkiye aleyhtarı bütün faaliyetlere izin vermektedirler. Bu örgütlere silahlar aynı ülkelerden gitmektedir. (Burada FETÖ’yü sanırım hariç tutmam gerekecek. Çünkü onlar, bizzat milletin kendilerine ulvi duygularla teslim ettiği silahları, beklenmedik bir şekilde bu silahların asıl sahiplerine doğrultmuşlardır. Nükteli söyleyecek olursak, onların silahları bizden hediye).
Pekiyi Batı’nın gözünü döndüren şey nedir? Bütün bu olup bitenler, Türkiye’nin iyi yönetilememesinin mi bir sonucudur?
Buna “evet” demek için, önce, “Batı bizi çok düşünür, çok muhabbet besler, kollar ve gözetir; kötü yönetilmemize dayanamaz ve sırf bizi düşündüğünden, ‘Tayyib’in ipini siz çekemiyorsunuz, kıyamam ben size, yardımcı olup sizi kurtarayım’ diyerek, harekete geçer” demek lazımdır. Bizi bizden fazla seven ne de Türksever bir Batı varmış karşımızda. Bilememişiz adamların kadrü kıymetini. Bunu söyleyecek aklı başında birinin olacağını sanmıyorum doğrusu.
Tam tersine, Türkiye 15 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir gelişme gösterdiği için bütün bunlar yaşanıyor. Yoksa, kumarhanelerde burunlarına yumruk yiyen başbakanlar idare etse Türkiye’yi; medya patronlarının pijamalarıyla karşıladığı başbakanların idare ettiği gayriciddi bir ülke konumunda olsa Türkiye; yahut da sömürge valisi gibi Amerikan başkanlarının önünde ellerini kavuşturmuş iki büklüm duran başbakanlar yönetse, niye bunca kuşatılmışlıkla boğuşsun ki bu ülke.
Ama öyle değil. Artık onlar için hiçbir şey eskisi gibi gitmiyor. Makyajları birer birer dökülüyor. Dünyanın gözü önünde bir lider onları sîgaya çekiyor. “Sömürü düzenlerinizi meşrulaştırma aracı olarak kurduğunuz Birleşmiş Milletler adil değil. Adil bir dünya için bunun değişmesi gerekir” diyen bir lider var karşılarında. 1950’li yıllarda siyahî Afrika’nın kabına sığmayan efsanevî dava insanı Dr.Frantz Fanon haykırmıştır aynı kuruluşun sömürgecilik çarkına hizmet ettiğini. Ama ne yazık ki kısa sürmüştür ömrü ve daha 36 yaşında iken lösemiden hayatını kaybetmişti. Bu kısacık ömrüne rağmen zor yıllar geçirmişti Fanon, bezdirmişlerdi onu hayatından.
Şimdi de Tayyip Erdoğan vakasıyla karşı karşıyaydılar. Ülkesinin savunma sanayinde % 25’lerde oyalanıp giden bağımsızlık oranını, % 70’lere çıkarmıştı. Üstelik hala da dur durak bilmiyor, 2023’te aynı sanayide % 100 bağımsız olacaklarını söylüyordu. Fırat Kalkanı dahil, teröristlerle mücadelede artık kendi ürettiği yerli harp sanayiinin ürünü olan silahları, füzeleri, helikopterleri, tankları kullanıyordu. IMF’yi, borçları bitirerek resmen kovmuştu. Birtakım mihrakların IMF’ye yeniden borçlanma konusundaki ısrarlı taleplerine rağmen, “İhtiyacımız yok. Eğer istiyorlarsa biz onlara borç verebiliriz” diyerek geri çeviriyordu. Bir türlü boyunduruğa gelmiyor, ülkesini dışarıya ipotek etmiyordu.
Fırat Kalkanı operasyonunu başlatarak PKK’ya verecekleri toprakları, kendi ele geçirmişti. Duracağı yoktu. “Az kaldı, El-Bab’a girmek üzereyiz” dedi; şehre ulaşan yolların hakimiyetini ele geçirmişlerdi.
Eğer öyleyse, kolorduları olan YPG’nin Münbiç’te bulunmasının hiçbir anlamı yoktu. Zaten bu adam, “Münbiç’e de gireceğiz” demişti.
Bütün bunlar yetmedi, şimdi de MHP ile anlaşarak sosyal ve siyasi uzlaşının en mükemmel örneğini veriyor, adı cumhurbaşkanlığı da olsa başkanlık sistemine geçiyordu. Bu ne demekti?! Bu bir çılgınlıktı. Bu, Türkiye’nin ebediyen sömürge olma ihtimalinin ortadan kalkması demekti. Bir daha ülkenin koalisyonlara mahkum edilemeyeceği, zayıf iktidarlarla yönetilemeyeceği demekti. Dolayısıyla Türkiye’nin şantajlara boyun eğmeyeceği bir dönemin kapısı aralanıyordu. Bu durumda Türkiye’yi kimse tutamazdı. Bu adam artık taşıracak bardakla ilgilenmiyordu, Atlas Okyanusunda depremler meydana getirerek, hem Avrupa hem de Amerika kıtalarında tsunamiler meydana getirmişti. Bu adamın her tarafı kötülüktü (!).
Hadi, kendi ülkesini emperyalist emellerden birer birer kurtarıyor, bu bir nebze olsun anlaşılabilirdi. Ama bununla yetinmiyordu ki.
Bir de sömürgelere kötü (!) örnek oluyordu. Daha 2016 Kasım’ının başında, Türkiye-Afrika Ekonomi ve İş Forumu’nda konuştukları yenilir, yutulur cinsten değildi. Resmen, “ekonomik çıkarlarınızla Afrika’daki fakirliği kronik hale getirdiniz” diyerek, Batı’nın sömürgeci yüzünü Afrikalıların gözleri önünde tüm dünyaya gösteriyordu. Şu sözlere bakar mısınız Allah aşkına: “Bizler müstemleke olmayı reddettik. Bizler ikinci sınıf insan olmaya itiraz ettik. Bizler yeryüzünün lanetlileri olmayacağımızı tüm dünyaya ilan ettik. Afrikalılar, tıpkı Türkiyeli kardeşleri gibi, özgürlüklerini ihsanla veya lütufla değil, bedelini kanla, canla ödeyerek, dişleri ve tırnaklarıyla kazandılar”.
Bu nedir yahu. Açıkça, “Afrikalılar size köle olmayacak” diyordu bu adam. Bu sözler bir kıvılcımdır; semereleri yıllar sonra görülür ve domino etkisiyle öyle bir makes bulur ki, ortada ne Batı kalır, ne sömürgecilik. Eğer Afrika elden çıkarsa, Batı’da zenginlik mi kalır sanıyorsunuz.
Zaten daha önce bir Türk-Afrika Kongresinde de, “Afrika’nın yaşadığı acılara politik, stratejik, çıkar amaçlı bakanlardan olmadık. Biz, Selçuklu ve Osmanlı’nın varisleri olarak Afrika’nın sevincini sevincimiz, acılarını acılarımız, başarılarını başarılarımız bildik” diyor, sömürü çarkının dişlileri arasında un ufak edilen Afrika’yı yeniden dirilişe çağırıyordu. Bunu yaparken muazzam bir gönül köprüsü kurmayı ihmal etmiyordu. Bu adam çok kötüydü çok (!). Ne pahasına olursa olsun durdurulmalıydı.
Neler yapılmamıştı durdurmak için, ölüm timleri mi gönderilmedi suikast için! Ama olmadı. Sonuçta onlarında pes edecek hali yoktu. Türkiye’nin, ellerinden kayıp gitmesine, sömürgelerine kötü örnek olmasına göz yumamazlardı.
İşte tam böyle bir atmosferde İstanbul’daki bu hain saldırı gerçekleşti. Maksat, Türkiye’ye diz çöktürmek, hayallerinden, ideallerinden ve hedeflerinden vazgeçirmek. Hepimiz yol ayrımındayız. Kararımızı vermek zorundayız. Önümüzde iki yol var:
- Ya, burnuna yumruk yiyen, sömürge valisi gibi efendilerinin huzurunda iki büklüm emre amade duran başbakanlar dönemine geri döneceğiz. Bu durumda, istedikleri gibi yön verilen; istedikleri zaman krizlere maruz bırakılan; fakirleştirilen; şirketleri kapatılan; milyonlarca insanın bir gecede işsiz kaldığı; etrafımızdaki olaylara sadece seyirci kalabileceğimiz; ülkemizin, başbakanları bile idam ettiren operasyonlara açık olacağı bir üçüncü dünya ülkesi olmaya devam edeceğiz.
- Ya da, kendi gücümüzün farkında olarak geleceğimize sahip çıkıp yeniden tarih sahnesindeki yerimizi alacağız. Hiç kimsenin, hiçbir devletin boyunduruğuna girmeden onurlu bir biçimde Türk milletine yakışır bir vakarla 21. yüzyılda yeni bir medeniyetin öncülüğünü yapacağız.
Kararınız birinci şık ise, efendilerinizin tuttuğu iplerle yürüyeceğiniz yolculuk size hayırlı olsun!
Yok, ikinci şık yakışır bize diyorsanız eğer... İşte her şey ortada. Bütün siyasi farklılıklarımızı, detaylardaki çekişmelerimizi bir kenara bırakarak, bu beka savaşında Cumhurbaşkanımızın etrafında kenetlenmek, onu yalnız bırakmamak ve ona sahip çıkmak boynumuzun borcudur. Çok açıktır ki, önceki gece meydana gelen menfur saldırının amacı, yeni ve güçlü Türkiye’ye giden yolu sabote etmek, bu yolda öncülük eden Tayyip Erdoğan’ı da saf dışı bırakmaktır.