TV'lerde alt yazı geçiyor.
'' Esenyurt'ta 4 katlı binanın ''bodrum katında'' çıkan yangında SURİYELİ 4 çocuk hayatını kaybetti. Yangından son anda kurtarılan anne ve bir çocuğu hastaneye kaldırılarak tedavi altına alındı.''
Bu,burada dursun...
Geçtiğimiz hafta "Cuma Namazını, Karabükköyü Bahaddin Gazi Camisinde kılayım." diye düşündüm. Hem Caminin İmam Hatibi Hacı arkadaşım Adem Kaplan'ı görmek hem de yakındaki Karabük Köyü mezarlığında rahmetli babamı ve teyzelerimi ziyarete gidip onlara dua etmekti niyetim.
Sonra "Adem Hocam genç, onu her zaman görürüm" gerekçesiyle fikrimden vazgeçip "Hasan Efendimizi görmek en iyisi" diyerek direksiyonu Merdivenli Mescid'e çeviriverdim.
Namazı kıldık, sonrasında âdet olduğu üzere uzaktan musafaha yapılıp dua edildikten sonra bir duyuru yapıldı:
'Değerli cemaat! Aramızda Afganlı bir kardeşimiz var, boş tüple gelmiş, doldurulması için bizden yardım bekliyor. Herkes gücü ölçüsünde Allah rızası için yardım etsin.''
Namaz bitimi, caminin altında bulunan sohbet odasına çaya davet edildik. Bize de davete icabet etmek düştü. Neyse sohbetler edildi, çaylar içildi, izin isteme vakti geldiğinde ''Metin Efendi, bu Afganlı kardeşimiz için gerekli para toplandı, tüpünü dolduruver, evine bırakıver, emânet senin." denilince bize de elimizi göğsümüze koyup ''Eyvallah'' demek düştü.
Çıktık odadan Afganlı kardeşimizle, arabamıza bindik. Türkçe çat pat olduğu için biraz zor anlaşıyoruz; ama bi şekilde anlaşıyoruz. "Tüp arabasını arayalım, ondan değiştirelim; çünkü pastanenin yanındaki dükkanın fiyatı 'bol' geliyor" mealindeki cümlede geçen 'bol' kelimesinin "pahalı" anlamına geldiğini bir süre sonra ancak anlayabildim. Dükkana girdim, sordum, ana bayiden sadece 10 TL fazla imiş. Olmayınca olmuyor demek ki. Tüpün boşuna bırakıp dolusunu aldık. Kayabaşının en eski sokaklarından birinde bulunan, en eski ev(!)lerinden birine bıraktım muhteremi. Hayır duasını alıp işimizin yolunu tuttuk.
Bu vesileyle bir kere daha anladım ki bu hayatta hiçbir şey sebepsiz değilmiş.Ve yine anladım ki Adem Hocam'ı görmekten vazgeçip Merdivenli Mescid'e gönderilmemizin bir sebebi varmış.
Bu sığınmacı manzaralarına Türkiye'nin birçok yerinde olduğu gibi İstanbul'da da sıkça rastlıyoruz maalesef. Kastamonulu çok akrabamız, hemşehrimiz var Yedi tepeli şehirde. Onlardan da duyuyoruz, gittiğimiz zamanlarda kendimiz de bizzat şahit oluyoruz ki çok sayıda Suriyeli, Iraklı, Afgan sığınmacı, kenar mahallerdeki evlerin (insanın yaşayamayacağı) bodrum katlarında çocuklarıyla yokluk içinde yaşamaya çalışıyor.
Aslında uzaklara gitmeye gerek yok; Karabük'ün Soğuksu, Karabükköyü, Kayabaşı, Fevzi Çakmak gibi eski mahallerinin, bizim oturmaya tenezzül etmediğimiz, çocuklarımızın oturmasına asla gönlümüzün elvermeyeceği en sağlıksız evlerinde (!) yaşayan bu insanlar, bir şekilde hayatta kalma mücadelesi veriyor.
"Yahu acaba söylenenler doğru mu?" diye merak edip dibindeki mahallelere gitme zahmetine katlanmak yerine, sosyal medyadaki algı operasyonlarına kulak verme kolaylığını seçerek "Biz sıkıntı çekerken Suriyeliler ya da diğerleri 'zevk içinde yaşıyor' diyenlere duyurulur.
"Eğer bu insanlar, birilerinin dediği gibi 'zevk u safâ içinde ekmek elden, su gölden yaşıyorsa'' neden kimsenin beğenmediği, güneş yüzü görmeyen, rutubetli bodrum katlarında oturuyor?" sorusuna, o birilerinin mâkul ve mantıklı bir cevabı olmalı değil mi?
Onlara tavsiyemiz odur ki sıcacık evlerinden çıkıp da bu mahallelere gitsinler ve o garibanları ziyaret etsinler, hangi şartlarda yaşamaya çalıştıklarına bir baksınlar..
Umudumuz odur ki sürekli şikayet ettikleri hayatlarının, bazıları için ancak hayallerinde ulaşılabilecek derecede lüks olduğunu görürler de belki insafa gelirler. Bu garibanlara düşmanca bakmak yerine merhametle bakmayı tercih ederler. Düşene tekme atmak yerine, ellerinden tutup ayağa kaldırırlar.
''Onlar da vatanlarını terk etmeselerdi'' bahanesinin ardına sığınmak, hiçbirimizi sorumluluktan kurtaramayacağı gibi, vicdanlarımızı da rahatlatamaz. Çünkü hepimiz şu gerçeğin farkındayız:
"Kimse evini, köyünü, doğup büyüdüğü toprakları durup dururken terk etmez. Ve hiç kimse itelenmeye, aşağılanmaya, hor görülmeye meraklı değildir."
Aklına her geldiğinde "sığınmacılar" şarkısını söylemekten bıkıp usanmayanlara, Cahit Zarifoğlu'nun şu cümlesini anımsatmak galiba en güzeli:
"Bir kalbiniz vardı, onu hatırlayınız..."
Üstadım yüreğine, kalemine, kelamına sağlık. toplumda yara açıp onu kanatmaya uğraşmak yapılanlar.
Eyvallah üstadım...Bu Dünyanın nimetleri hepimize yeter..Bencillik bir Müslümaqna yakışmaz vesselam
Maalesef toplumun tamamı aynı duyarlılıkta değil. Bu tesbit ve uyarı çok yerinde.Tabii ki sığınmacıların içinde de de ülkemiz insanının duyarlılığını haketmeyenler azımsanacak gibi değil.Bizim yıllarca içinde üç aile barındığımız baba evini doğalgazı yok sobalı diye beğenip bedava oturmayanlar da var. Bizim toplumumuz az sayıdaki istisnaları hariç beğenmediğimiz bu haliyle bile dünyada eşi bulunmaz merhamet timsalidir. Acizane güzel tesbitlerinize katkıda bulunayım dedim. Selam ve dua ile…
Eyvallah abi,Dediğiniz gibi toplumumuz her türlü zorluğa,imkansızlığa rağmen nerede bir gariban varsa kimliğine bakmadan elinden gelsiğince yanında oluyorlar onların..Benim sözlerim sizin ''istisna''dediğiniz kısım için..Siyasetin gölgesinden çıkıp merhamet memleketine gelemeyenler için daha ziyade..Selam ve muhabbetlerimle..
Kalpler mühürlenmiş. Kulaklar duymaz, gözler görmez, dil doğruyu söylemez olmuş. Kalp ile görüp harekete geçebilenlere selam olsun.
Teşekkürler Metin hocam. Yüreğine kalemine sağlık.
Eyvallah ustadım.. Selam ve muhabbetlerimle