O akşam, çok önemli bir toplantımız vardı. Baktım saat geç olmuş ’’ Eve gitsem yetişemem’’diye düşündüm, En iyisi bir yerde yemek yiyeyim de öyle gideyim’,dedim. İş yerime yakın,yolumun üzerinde gözüme kestirdiğim bir lokantaya girdim. Masaya oturdum, sabırsızlıkla siparişi beklerken iki genç oturdu çaprazımdaki yan masaya. Tavırlarına bakılırsa ‘’sevgili’’lerdi.
Garson, önce ''hoş geldiniz''le karşıladı gençleri, sonra kitapçığı masaya bıraktı. Delikanlı, mönüyü incelerken kızımız (ne yiyeceğinden emin olsa gerek) bakma gereği hissetmeden siparişini verip doğrudan CEP TELEFONUNA sarıldı. Gözüm ister istemez delikanlıya kaydı.Sağ olsun o da beni yanıltmadı,arkadaşı gibi,o da siparişini verdikten sonra CEP TELEFONU'na sarıldı. Birkaç laf etmeden, birbirilerine bakmadan, neredeyse hiç kafalarını kaldırmadan telefonlarının sihirli dünyasında kaybolup gittiler tâ ki sipariş ettikleri yemek gelinceye kadar.. Kısa bir ara verdiler telefonla olan aşk(!)larına. Kız, (o ana kadar olan ilgisizliğini telâfi edercesine) eliyle delikanlının alnına düşen bi saç telini düzeltti. Ardından tabaklarına eğerek başlarını (ve elbette gözlerini) yemeklerinin tadına bakmaya başladılar...Ve yine tabaklarının kenarındaki cep telefonlarındaydı gözleri de kalpleri de...
Bir müddet sonra ayrıldım, toplantıya geç kalmanın verdiği telaşla. Mâşukları, sevgilileriyle, yani telefonlarıyla baş başa bırakarak..Eminim ki manzara benden sonra da devam etmiştir. Birbirine değmeyen eller, birbirlerini görmeyen gözler, hissetmeyen kalpler. Anlamsız, kupkuru duygular eşliğinde tatsız tuzsuz, sadece mideyi doyurmak için yenilen sıradan bir yemek.
Oysa bir zamanlar böyle değildi sevgiler, sevgililer. Bırakın baş başa yemek yemeleri, konuşmaları; sevgiliyi görmek bile çok meşakkatli bir şeydi. Gerçekleşmesi bir tarafa, onun hayaliyle mutlu olan bir nesil vardı. Onunla buluşmak mucize gibi bir şeydi. Buluşma gerçekleşebilirse eğer, aşık'ın ruh hali şair Ulvi'nin mısralarında tarifini bulurdu:'' Arz-ı hâl etmeye câna seni tenhâ bulamam/Seni tenhâ bulacak kendimi aslâ bulamam.''(Sevgilim ! Halimi, yani aşkından dolayı başıma gelenleri ve isteklerimi arz etmek için seni tenha bulamıyorum. Seni tenha bulunca da kendimi asla bulamıyorum.)
Yani fırsat bulursan uzaktan görebilmek, göz göze gelebilmek, çok şanslıysan bir iki kelam edebilmek, çok çok şanslıysan birlikte yürüyebilmek, oturup bir bardak çay içmek gözden tenha yerlerde, tarif edilmez bir bahtiyarlıktı. Eğer yakalamışsan bu fırsatı, gözler hep onun saçlarında, gözlerinde, yüzünde olurdu. Sağa sola bakmak, başka şeylerle ilgilenmek akla bile gelmezdi. Öyle ya bir daha ne zaman bu şans gelecekti kim bilir?
Sevgilinin her hali, her çizgisi gönüle nakış nakış işlenirdi ki onun yokluğunda, hayaliyle hasret dindirilebilsin. Hep kaçamaktı bakışlar; çünkü gözler dikilmezdi sürekli, çünkü utanmak denen bir şey vardı. Eller öyle dakikalarca tutulmazdı, birkaç saniyelik sevgi dokunuşları olurdu. Çünkü sevgili her şeyden çok sevilirdi ve herkesten her şeyden fazla düşünülürdü. Birileri görüverir, dedikodu olur, çok üzülür, çok üzerler,ağlatırlar onu diye ödleri kopardı..Yüzünü eğmesine, gözlerine bir parça hüzün düşmesine dayanamayan kalp bunlara nasıl dayanabilirdi?
Zordu sevgililer, öyle kolay ulaşılamazdı,utangaçtı. Tesadüfen denk gelse gözler hemen kaçırılır, başlar öne eğilir, yüzler pembeleşir ve hızla uzaklaşılırdı oradan. Sevgilinin mahçupluk kokan kaçamak bir bakışı, yakalanmanın verdiği pembeleşmiş yanakları, titrek bir merhabası, eliyle saçlarını şöyle bir düzeltip savuruvermesi, yüreğimizin bir kelebek kalbi misali pır pır etmesi için yeterliydi. Onun yanında basit bir öksürük ya da hapşurmak ölüm gibi bir şeydi ha. Mahçup olma hissi, küçük düşme korkusu, ölmekle eş anlamlıydı anlayacağınız.
Sevgiler, gizliydi;şimdikiler gibi ağızlarda sakız edilmezdi. Hele hele(eğer olsaydı o zamanlar) sosyal medya hesaplarına ''ilişkisi başladı,ilişkisi var.'' diye asla yazılmazdı. Arkadaş ortamlarında gurur(!)la anlatılmazdı. Belki en fazla çok candan sırdaşıyla paylaşılırdı; o da çıldırmamak içindi. Sürekli içe atmanın sancısına tazecik bir kalp nasıl dayanabilisindi? Çünkü değerliydi,deniz kabuğunun içinde saklanan mücevherdi. Yüreğin en derinliklerinde sarıp sarmalanandı o. Candan öte canandı.
Ağırbaşlıydı. Oturmayı, kalkmayı, konuşmayı, susmayı bilirlerdi yerli yerince. Sevgiyi de saygıyı da kendileri oluştururdu..Ve bu kızlarımız geleceğin anneleri olurlardı..Kendileri nasıl yetiştirilmişse oğullarını, kızlarını da öyle yetiştirirlerdi. Utanmayı öğretirlerdi kızlarına, ağırbaşlı olmanın, ulaşılmaz olmanın güzelliklerini. Mertliği öğretirlerdi oğullarına; dürüst, samimi olmayı.Başkalarının kızlarıyla gönül eğlendirmenin günah olduğunu, sonu yoksa ümit vermenin nasıl kötü bir şey olduğunu...
Kavuşulamazdı çok kez sevgiliye. Olsundu. Çok hüzün olurdu belki, çok acı çekilirdi, çok ağlanırdı; ama asla pişmanlık yaşanmazdı. Sevmek, sadece sevmek yeterdi. O ne büyük bahtiyarlıktı. Onu görünce duyulan tarifsiz sevinç, çatlayacak gibi olan kalp. Baş yastığa konulduğunda kurulan tatlı hayaller ve hayallerde kalmaya mahkum hevesler,arzular. Hayal kırıklıkları, hüzünler, tenhada gizli gizli dökülen gözyaşları. Bunlar bile güzeldi.Bir kişiyi sevme duygusunu ve onun yaşattıklarını anlamadan kaç kişi vardı toprağa giren. Öyle ya aşkı tanıma bahtiyarlığına ulaşabilen kaç kişi vardı şu Dünya'da..
Aşk,milyarlarca insandan '' herhangi biri'' olmamaktı,
Aşk, sıradan olmamaktı.
Bir de karşılıksız aşklar vardı. Aşkların en hesapsız kitapsızı, en mâsumu, en güzeli, en değerlisi belki de. Hep yürekte saklanan, kendinden bile gizlenen. Birilerinin duyması bir yana fark ediverirler, anlayıverirler diye bir ürkek ceylan yüreğiyle çırpınış. O müthiş sır onunla birlikte toprağa girerdi. Öyle güzel. Murat Menteş'in dediği gibi:''Karşılıksız aşklar, ebediyen saklanan sırlara dönüşürdü. Uzaktan sevmek diye bir şey vardı.''
Ve Aşk, her şeye rağmen güzeldi.
(*Ferit Edgü)
Söyleyecek sözün vardır fırsatın yok. Fırsatın vardır sözün yok. Çünkü görünce onu söz uçar gider akıldan geriye utanma ile karışık heyecan kalır. Akıl uçar, beden kalır. Şimdi öyle mi?
Aşk,Allah'ın insana verdiği en ulvi duygudur..Sadece aşkla yapılan işler güzeldir.Aşksız hayat tuzsuz yemek gibidir..Yersin,yersin;ama sadece doyarsın,hiç lezzet almazsın..Fuzulinin dediği gibi Aşk imiş her ne var alemde/ilm bir kıyl-u kâl imiş ancak..