BU KEZ TARİH TEKERRÜR ETMEMELİ
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Determinizm, tarihte meydana gelen olayların birbirine neden-sonuç ilişkileriyle bağlı olduğunu kabul eder. Geçmişte yaşanan olayların benzeri bugün de yaşandığında benzer sonuçlar meydana gelir. Ve bu nedenle, tarihte yaşadığımız hadiseler bizim kararlarımızda ve eylemlerimizde belirleyici rol oynar. Tarihsel determinizmin özü bu.
Niyetim bir tarih felsefesi yapmak değil elbet. Ama, geniş anlamda çağımızın, dar manada ise günümüzün cereyan eden olay ve olgularını tarihsel bir bilinçle ele almadıkça varacağımız sonuçlar, geleceğimiz adına bize bir fayda sağlamayacaktır. Böyle bir durum, geleceğin karanlık dehlizlerinde başkalarının boynumuza taktığı iplerle onların istedikleri istikamete çaresiz sürüklenmemize yol açacaktır. Öyleyse tarih bilinci, bir milletin geleceğe uzanmasında ona yol gösteren projektördür. Bu projektörün enerjisi ise bilgidir; tarih bilgisidir. Tarih bilgisi, kişiyi tarih bilincine sahip kıldığı ölçüde değerlidir. Aksi halde geçmişlerin masallarından farkı yoktur.
Bugünü anlamak ve neler yapmamız gerektiğini kavramak için, gelin, dünü bir hatırlayalım. Öyle uzun uzun tarih anlatarak sizi bunaltmayı düşünmüyorum. Ama, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve Meşrutiyetin ilanı çevresinde o gün dönen olaylar zinciri, bugün neyi, nasıl düşünmemiz gerektiğine dair bize güçlü fikirler verecektir.
Tanzimatla başlayalım. Tanzimat fermanı 1839’da Osmanlı Devleti tarafından ilan edilen resmi bir bildiridir. Tüm maddelerini yazacak değilim. Zaten göz boyamaya dönük, asıl vurucu noktayı gizlemeye matuf maddeler. Neden öyle diyorum. Çünkü, zaten yasalarda var olan hususlar bir kez daha vurgulanmış. Ne diyor maddelerin birinde: Rüşvet kaldırılacaktır.
Yani, efendim Batı bizden istiyormuş ki, rüşveti kaldırın. İyi de Osmanlı Devletinde cari olan hukuk, örfî ve şer’î hukuk. Nedir bunun anlamı? Yani, uygulamalardaki bazı aksaklıkları bir kenara bırakırsak, rüşvet zaten hukukî ve resmî olarak yasak. Öyleyse bu maddenin ne işi var burada. Az önce söylediğimiz gibi, bu bir kamuflaj. Az sonra arkadan gelecek asıl maddenin Osmanlı kamuoyunda yaratacağı tepkileri önlemeye yönelik.
Hadi bir örnek daha verelim. Bir başka madde, “bütün vatandaşların can, mal ve namus güvenlikleri sağlanmalıdır” diyor. Bu maddeyi ciddi şekilde ele alan kişi şunu anlar: 623 yıl üç kıtaya hükmeden Osmanlı Devleti, meğer vatandaşlarının istediği zaman canlarını alıyor, istediği zaman mallarını talan ediyor, istediği zaman da namuslarını yerle bir ediyor, çiğneyip geçiyormuş. Allah’tan, Batı diye medeni (!) bir coğrafya varmış da, Osmanlı üzerinde baskı kurarak vatandaşları bu tasalluttan kurtarmış (!).
Dediğim gibi, bu maddeler kamuflaj. Pekiyi, uğruna kamuflajlar yapılan madde nedir? “Gayrimüslimler, Müslümanlarla aynı hukuka sahip olacaktır”. Yani gayrimüslimler, Batı’nın dayatmasıyla yavaş yavaş Osmanlı Devleti’nin etkili idarî makamlarına oturtulmak için hazırlanıyor. Türkçesi bu. Kim İstedi bunu?! Avrupa. Kimler uyguladı? Osmanlı Devlet adamları.
Pekiyi bu kesti mi Avrupa’yı, rahatladı mı Avrupa, peşimizi bıraktı mı, aferin Osmanlı’ya dedi mi?! Ne gezer! Devletinizin idaresinden bir kere taviz vermeye görün. Akbabalar gibi çöreklenirler üstünüze. Son üç yüz yılımızın hikayesi bizim bu.
Tanzimat’tan yedi yıl sonra, 1856’da Islahat Fermanı ilan edildi. Neden? Çünkü Batı, Tanzimat Fermanı’yla tatmin olmadı. Devleti çökerten fermanların hızlı seyretmesi gerekiyordu. Batının bekleyecek tahammülü kalmamıştı artık. Osmanlı Devleti bir an önce çökmeli, onun bıraktığı yerlere Batı çöreklenmeliydi. “Islahat Fermanı” olarak tarihe geçen bu fermanla, daha önce Tanzimat’la gayrimüslimlere verilen şahsî haklar devam ederken, şimdi üzerine siyasî haklar da verilmiş, böylece gayrimüslimlerin Osmanlı Devletinin geleceğinde etkili olmasının önü, ardına kadar açılmıştır.
Batılı devletlerin baskısıyla ilan edilen ve tamamı gayrimüslimlerle ilgili olan Islahat Fermanının birkaç maddesini fikir vermesi bakımından ele alalım. 1- Hıristiyanlara ve diğer gayrimüslimlere daha önce tanınan ayrıcalıklar devam edecektir. 2- Gayrimüslimlerin de diğer Müslüman Osmanlı vatandaşları gibi, askerî görevler de dahil olmak üzere, bütün devlet memuriyetlerine getirilmesi sağlanacaktır. 3- Vilayet meclislerinde gayrimüslimler de üye olarak bulunabilecektir.
Avrupa istedi diye, Avrupa’nın gönlü hoş olsun diye, Avrupa bize yaklaşsın diye, Avrupalılaştığımızı gösterelim diye; daha ileri gidelim mi, Avrupa bizi adam (!) yerine koysun diye… Farkındayım, biraz incitici oldu ama, ne yazık ki gerçek bu. Bütün bunlar uğruna, Osmanlı devlet erkânı devletin sonunu hazırlayan kararlar aldı.
Tanzimatla ilgili yazılan eserlerin en kapsamlısına imza atmış olan Philippe Engelhardt’ın şu haklı tespiti yapması, boşuna değildir: “Âli Paşa, Osmanlı tebasına (gayrimüslimlere) siyasî, medenî, mezhep hakları bahşeden Islahat Fermanını büyük devletler murahhaslarına tebliğ ettiği günden itibaren Türkiye, siyasî vesayet altına girmiştir”.
Doğru söze ne denir!
İşte, Osmanlı Devleti’nin sonu adım adım böyle getirildi. Bunun sonuçlarını Meşrutiyette daha net bir biçimde görmemiz mümkündür.
En çok neye hayret ediyorum, biliyor musunuz?! Hadi olanca iyi niyetimizle, bu fermanları yazanlar, onaylayanlar ve ilan edenler o an için bunun yol açacağı sonuçları kestirememişler diyelim. Pekiyi, ya aradan bir asır ve daha fazla zaman geçtikten sonra, bu fermanların sonucu olarak koskoca imparatorluğun yıkıldığını gördükleri halde hala başlarını kuma gömen ve sırf Batılılaşma uğruna bunlara övgüler dizen münevverlerimize (!) ne demeli. Onlar bugün bile, Âli Paşa’nın, Islahat Fermanını hem Rusların imparatorluğumuzdaki Ortodoksları himaye etme iddiasını engellemeye, hem de Hıristiyan Avrupa’nın dostluğunu ve desteğini sağlamaya dönük olarak ilan ettiğini söylerler. Efendim, Paris Kongresi toplanacakmış da, Osmanlı temsilcisi oraya eli güçlü gidecekmiş de, bunda devletin sayısız menfaati varmış da falan.
Nedir menfaat, onu da söyleseniz ya! Osmanlı Devleti’nin hangi yarasına merhem oldu Islahat Fermanı; hadi söyleyin, biz de bilelim.
Bunların beyinleri nasıl dönüştürülüyor, sömürgeleştiriliyor, gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum.
Öyleyse, Osmanlı Devleti’ne neye mal olduğunu ben söyleyeyim. Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla gayrimüslimlere verilen hakların, Meşrutiyetle uygulama alanı bulması sağlanmıştır. Keşke, Sultan Abdülhamit’in I.Meşrutiyeti iptal etmesinin arkasındaki gerçekleri o zaman kavrayabilselerdi dönemin münevverleri ve sahip çıkabilselerdi ona; belki bugün tarihin de, dünyanın da çehresi değişmiş olurdu, kim bilir!
Ama II.Meşrutiyeti engellemeye takati kalmayan Koca Sultan, 30 yılı aşkın verdiği mücadelenin sonucunda daha fazla dayanamadı. Kendisine, içeriden sürekli komplolar kuran ve sonra da kendilerini bu milletin parçası olarak satmayı başaran yerli hainlerin komplo ve suikastleri neticesinde ikinci meşrutiyet ilan edildi.
Sonra ne mi oldu?!
23 Mayıs 1908 yılında II.Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle imparatorluk sathında sevinç gösterileri yapıldı. Türk, Arap, Yahudi, Rum, Sırp, Bulgar, Ermeni, Avrupalı, kısaca, imparatorluk içindeki Müslüman ve gayrimüslimler kardeşlik yeminleri ederek birbirlerine sarıldı. Böylece meclis, otuz iki yıl aradan sonra tekrar açıldı. Açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında Türkler azınlık durumuna düştü. İşte Sultan Abdülhamit’i korkutan ve öteden beri Meclis-i Mebusan’ın açılışını kabul etmemeye sevk eden sebep de budur.
Ama, o bir diktatör (!); Osmanlı Meclisini gayrimüslimlerle dolduranlar, vatansever birer kahraman (!). Hadi ordan!
Sonuçta, Müslümanlarla gayrimüslimlerin sevinç çığlıkları altında birbirlerine sarılmasının ve kardeşlik yeminleri etmesinin ne kadar samimiyetsiz bir gösteriden ibaret olduğu; Tanzimat, Islahat ve Meşrutiyet üçgeninde Osmanlı Devleti’ne ne büyük bir kumpas kurulduğu çok geçmeden anlaşılmıştır.
Mesela ne mi olmuştur? Gabriel Noradunkyan, Aleksander Todori, Yusuf Franko Paşa, Sava Paşa, Dimitri Mavroyani, Diran Bey gibi daha onlarca Ermeni ve Rum hariciye bakanlarımız, müsteşarlarımız, diplomat büyükelçilerimiz olmuştur, daha ne olsun! O hakları vermiştik nasıl olsa Tanzimat ve Islahatlarla. Düşünebiliyor musunuz, Gabriel Noradunkyan, o tarihlerde benden Doğu Anadolu’yu isteyen Ermeni milletinden ve benim “Dışişleri Bakan”ım. Yahu bu, Türkiye Cumhuriyeti Devletinde Murat Karayılan’ın İçişleri, Abdullah Öcalan’ın da Dışişleri Bakanı olması gibi bir şey.
Osmanlı Devletini yıkmak isteyenler Tanzimat ve Islahat Fermanlarının yol açtığı tahribat neticesinde müsteşarlık, bakanlık gibi devletin önemli mevkilerini ahtapot gibi sararken, Meşrutiyetle de aynı devletin meclisini ele geçirmişlerdir. Ne için? Batı dediği için; Avrupa öyle istediği için.
Onlar istediler, biz yaptık. Sonuç, koskoca imparatorluk avuçlarımızın içinden kayıp gidiverdi.
Şimdi gelelim bugüne…
Bugün Türkiye’nin küresel ölçekte karşı karşıya kaldığı hadiselerle, 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yaşadığı hadiseler arasında tam bir benzerlik bulunmaktadır. Ancak, burada sorun, “o dönemde devletin sözünü ettiğimiz hadiseler karşısında gösterdiği refleksle, bugün devletin gösterdiği refleks aynı mı, yoksa farklı mı olmalıdır”, sorusunun cevabının nasıl verileceği sorunudur.
Şimdi Batı neler dayatıyor Türkiye’ye, hem de çok açık ve net, üstelik yüksek perdeden: OHAL’i kaldıracaksın; FETÖ ile mücadele sonlanacak; FETÖ’den atılan subaylar, polisler geri dönecek; HDP’lileri dışarı salacaksın; PKK operasyonlarını durduracaksın vs.
Yani, dün Osmanlı Devletini yıkmak için kullandığı maşalara nasıl sahip çıktıysa ve onlar eliyle Osmanlıyı nasıl yıktıysa, bugün de Türkiye’yi aynı dramatik sona götürmek için kullanacağı piyonlara sahip çıkıyor ve onlar için dayatmalarda bulunuyor. Dün olduğu gibi, bugün de onlar eliyle komplolar düzenliyor, suikastlar tertip ediyor. Bunlar üzerinden Türkiye’ye mesajlar veriyor, korku salmaya çalışıyor. Bu suretle Türkiye’nin imarını önlemeyi hedefliyor; gelişmesinin önünde durmak için her türlü yolu deniyor.
Batı, aynı Batı; Avrupa, aynı Avrupa. 19. yüzyılda neyse, bugün de aynı; değişen bir şey yok. Değişmesini beklemiyoruz zaten. Böyle bir şey, eşyanın tabiatına aykırı. Bu durum, onun bu topraklardaki emellerinden vazgeçmesi anlamına gelir. Vazgeçmeyeceklerini biliyoruz.
Batı değişmeyeceğine göre, biz de değişmezsek, tarih tekerrür edip gidecek demektir. Onlar değişmeyeceğine göre, şu halde bizim değişmemiz gerekiyor. “Siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah da sizin üzerinizdeki hükmünü değiştirmez”. Bitti, bu kadar. Üzerine söylenecek söz var mı bu ilahi hitabın.
Öyleyse, kendimizi değiştirerek, tarihin akışına bambaşka bir yol verebiliriz. Batı, dün istediklerini dayattı ve biz yaptık. Kendisine direnen, asrın en siyasî Sultanına da diktatör dedik; yetmedi türlü komplolar kurduk. Bunun sonucunda bir imparatorluğu batırdık. Bugün de Batı dayatıyor; eğer biz kendimizi değiştirmez, aynı şekilde boyun eğersek, tarih, emin olun tekerrür eder. Tarihin tekerrür etmemesi için, artık Avrupa’nın dayattıklarının bizim için zerre değerinin olmaması gerekir.
Bu kez tarih tekerrür etmemeli. Bu, millet olarak bize bağlıdır ve Türkiye’nin bekası için şarttır.