ÂH HALEP! GÖZÜ YAŞLI MAZLUM ŞEHİR
Âh Halep! Kadim medeniyetimizin sembol ismi. Gözlerin kan çanağına dönmüş, ne yaptılar sana böyle. Nedir derdin. Neden bu kadar kahırla büküldü belin. Neden yıkıldın. Neden. Senin bin dört yüz yıldır süren saadetini kim kıskandı. Kim yaşattı sana bu depremi. Şimdi artık birkaç soluk kartpostal mı kalacaktı bize senden geriye. İhanet kokan eller mi değdi sana yoksa. Nazar değdiren gözler ya da. Kör olası gözler, kırılası eller. Sen, ne kıymetli ellerin yoğurup işlediği müstesna şehir.
Şimdi yağmurlar yerine, güzelim caddelerine, tarih kokan kaldırımlarına bombalar mı yağıyor artık. Lazer güdümlü parlayan alevler şimşeğin, yıkılan binalarından tüten dumanlar bulutun, en modern füzelerin hedefe varırken çıkardığı sesler gök gürültün mü oldu artık senin. Ya acıyla yükselen feryâd-u figânlar neydi.
Âhh Halep! Biliyorum, çok mahzunsun. Biliyorum, kendini sahipsiz görüyorsun. Biliyorum Halep, hiç bu kadar ihanete uğradığını hissetmemiştin şimdiye kadar. Çünkü seni fethedenlerin vardı. Ebû Ubeyde bin Cerrah’ların vardı; Ömer’lerin vardı; Alparslanların, Tutuşların vardı; imar eden Nureddin Mahmud’ların vardı; Kayıların vardı. Osman Gazi bin Ertuğrul’ların evlatları bekledi seni asırlardır. Bu yüzden kendini güvende hissediyordun eyy Halep! Kayılar gidince bütün huzurun kaçtı, bunu da biliyorum.
Madem Yavuz’larını atacaktın içinden, neden bağrını açtın bin yıl önce Türkmenlere Halep. Onları içine almak, toprağında yok etmek için mi. Sen mi Türkmenleri sattın ucuza, yoksa biz mi seni peşkeş çektik iki pula Halep. Ne diyeceğiz şimdi biz torunlarımıza. Bunca başarı hikâyelerimizi bir çırpıda sıfırlamaya ne hakkın vardı. Ne söyleyeceğiz biz şimdi nesillerimize. “Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” ilahi hitabına inat, en koyu rezilliği bize nasıl yaşattın Halep. Biz kendimizi o ümmet biliyorduk, gerçeklerin en acısını yüzümüze nasıl çarptın da gittin. Yürek yarası oldun bize; yaktın, kavurdun Halep.
Âhh Halep! Sen söylediklerime bakma benim. Sende ne suç var ki. Utangaç durma karşımda Halep. Gecenin kızıllığında yüzün kızarmasın. Ben suç bastırıyorum sadece. Yavuz hırsızım, biliyorum. Sen üzülme, sen mahzun olma. Allah şahit olsun, bir gün bu gerçek Ümmet öyle gelecek ki oraya, seni bu hâle getirenler de, bu hâle gelirken seyredenler de senin altında ezilecek. Biz nerelere gitmedik ki Halep. Kanije’de destanlar yazan biz, Ukrayna’yı vilayet yapan biz, Kırım’da cirit atan biz, Viyana kapılarının önünde kılıç kalkan oynayan biz, Adriyetik’te yüzen biz, yanı başımızda seni mi sahipsiz bırakacağız Halep. Bu yakışır mı Türklerin ve Türkiye’nin mertliğine, yiğitliğine Halep. Sen bize Alparslanlardan, Tutuşlardan, Yavuzlardan mirassın Halep. Sanma seni kaderine terk edeceğiz. Âhh şu içimizdeki İrlandalılardan beter hainler, zincir vurmak için bin bir türlü kalleşlikler yapmasa Yiğidimize, böyle mi olurdun sen Halep.
Ben daha çok konuşmaya utanıyorum Halep, yüzüm varmıyor artık sana bakmaya, dilim varmıyor kelimeleri telaffuz etmeye. Sen konuş, ben dinleyeyim. Bugün konuşması gereken ben değil, sensin çünkü. Acıları, içinde ilmek ilmek ören sensin, yaşayan sen. Biz sana sahip çıkamasak da seni seviyoruz Halep. Anlat bize, konuş, hissiyatını aktar, içini dök Halep.
Meydan benim mi konuşmak için. Bütün lütufkârlığınız bu mu ben yok olurken, çocuklarım yok olurken, denizlerde küçücük cansız bedenleri sahillere vururken, çağın en gelişmiş bombalarıyla gözlerinden kanlar gelirken, sahi bu mu bütün lütufkârlığınız.
Çok cömertmişsin (!) eyy Ümmet-i Muhammed!
Sevmeyin beni artık. İstemiyorum sevginizi. Timsah gözyaşlarınıza ihtiyacım yok. Ben ihtişamlı geçmişimle, saadet dolu asırlarımla avunmasını bilirim. İstemiyorum hiçbirinizi. Utanıyorum sizin kendinizi Muhammed ümmetine nispet etmenizden. Sahi hangi Muhammed’in ümmetisiniz. Kur’an’ın, “Allah, küffâra karşı kenetlenmiş bir duvar gibi saf tutarak çarpışanları sever” dediği Muhammed ümmeti değil sizin ki. “Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar” diyen Muhammed’in ümmeti olma şansınız hiç yok. Anladım ben, siz kendinize başka Muhammed’ler edinmişsiniz ümmetleri olmak için. Ne merhamet ettiniz ya bana, ne korudunuz ya beni. Ben yokluğa mahkûm edilirken, uykusuz geceleriniz oldu ya, ne ateşli hummalara girdiniz değil mi. Sahi bunların hangisi gerçekleşti sizde. Hiçbiri, bunu siz de biliyorsunuz. Çünkü sizin Muhammedleriniz başka.
İsviçre bankalarında Yahudiler paralarınıza iyi faiz veriyor mu bari Sayın Petrol Şeyhleri. Başka Muhammedlerin ümmeti olmaya değiyor mu bari suskunluğunuz. Ey, İslam’a tarih boyunca Allah için en küçük bir faydası dahi dokunmamış olan Persler! Ey, Moskoflarla, Conilerle Suriye’de bizi lime lime doğrayan Persler! Başka Muhammedlerin ümmeti olmaya değecek mi bölgede kazanacağınız çıkarlarınız.
Bana hiçbir şey ağır gelmiyor. Moskof vurmuş, Coni vurmuş ne gam. Ben onlara karşı destan yazmasını bilirdim. Yapmadığım şey mi. 14 asır ayakta nasıl kaldım sanıyorsunuz. Ama beni yıkan, sizin gamsızlığınız. Bana diz çöktüren, Müslümanların eliyle vurulmak. Şu Persler Müslüman değil miydi hani. Conilere karşı en büyük destekçisi ben değil miydim. Ben kalkan olmadım mı ona her müdahale kararlarından sonra. Ama şimdi o ne yaptı. Moskoflarla, Conilerle anlaşarak vurmadı mı beni. Senin mezhebin benimkiyle aynı değil diyerek yağdırmadı mı kurşunlarını üzerime. Farklı dinlere mensup olsam ne yazar ki. İnsan olmanın bir onuru vardı. Mazlumlara sahip çıkmak. Ama zalimin en daniskasını o oynamadı mı karşımda. Âhh Müslüman! Nasıl yaptın bunu bana. Değer miydi dünya için. Nasıl kahrolmayayım ben şimdi.
Kahrolmam için sebebim o kadar çok ki. Arabistan, Ürdün, Katar, Tunus, Pakistan, Libya, Mısır, Türkmenistan hangisini sayayım. Altmış üç İslam ülkesi. Hepsi izlediler üzerime geceleri havai fişekler gibi yağan misket bombalarını. Gecelerime gökten yıldızlar yağıyordu sanki. Gündüzlerimde yerden karanlıklar fışkırıyordu. Hiçbiri kıllarını bile kıpırdatmadılar. Seyrettiler sadece. O kadar örgüte, teşkilata sahipken bir tanesi de çıkıp “ne oluyor burada, bu ne cüret” diyemedi beni haritadan tamamen silenlere karşı. Halbuki ne kadar çırpınmıştı harekete geçirmek için Ümmet-i Muhammed’in ümidi. Ondan gelen çağrıların hiçbirine aldırış bile etmediler. Bunlar birer İslam ülkesi. Olsa olsa, İslam’ın yüz karası olur ya bunlardan.
Kendim için mi üzülüyorum sanıyorsunuz. Bunca gam, kendim için mi büküyor belimi. Biz ne gamlar gördük, ne haçlar, haçlılar gördük yüz binlerle üzerimize gelen. Ne kılıçlar gördük bizi doğrayan. Ama hepsinde dimdik doğrulmayı becerdik. Çocuklarımıza döşek olduk altlarında, yorganları olduk üzerlerine kapanan. Ama onlara halel getirmedik. Şimdi öyle mi. Bir şarapnel keşke bedenimde kalsa saplanıp. Ama öyle olmuyor ki. Bedenlerimizi delip geçiyor ve çocuklarımıza öylece saplanıyor. Kızıl yağmurlar yağdığında bir şey ifade etmiyor onlara şemsiye olmam. Benim gamım kederim, hüznüm buna, bunlar büküyor belimi, bunlar eziyor tüm bedenimi. Her bomba patlayışında çocuklarımın korkuyla ağlayarak boynuma beni boğacakmış gibi sımsıkı sarılmasının ne demek olduğunu hiçbiriniz bilmiyorsunuz.
Âhh o çocuklar yok mu. Masum, bîgünah sabîler. Hele o yarım yamalak aksanıyla “anne, cennette ekmek var değil mi” diyen dört yaşındaki çocuk. “Evet, var yavrum” diyen, çaresizliğin en acımasızını, en deva bulmazını sinesinde yumru yumru hissetmiş annesi. Hangisi daha çaresiz acaba. “Öyleyse hemen ölelim anneciğim, çok açım, karnımızı orda doyururuz” diye karşılık veren çocuk mu.
Siz böyle söyleyen bir çocuğun anne-babasının çektiği ıstırabı anlayabilir misiniz. Kendi çocuklarınız önünüzde yürürken ayağı tökezlese, düşüyor diye içinizden bir şeylerin kopup aktığını hissediyorsunuz, dünyayla bağınız kopuyor o anda adeta. Alt tarafı yere düşecek. Çocuk, düşe kalka büyür oysa. Ama, karnını doyurmak için cennete giden bir çocuğun tekrar ayağa kalktığını gördünüz mü siz hiç.
Siz, on yaşındaki bir çocuğun, üç yaşındaki kız kardeşini bombalarla yıkılan evin molozları arasından kan revan içinde kurtarıp kucağına alarak gözyaşlarıyla sımsıkı sarıldığına tanık oldunuz mu hiç. Bu iki çocuğun halet-i ruhiyesini hissedebilir misiniz, acılarını anlayabilir misiniz. Siz nereden anlayacaksınız Halep’li çocukların, annelerin, babaların çektiği ıstırabı. Anlasaydınız, bu hâle mi düşerdim ben.
Hep âhı sen çektin, zârlandın, inledin. Şimdi söyle bana, kimin hakkıymış inlemek.
Âhh o çocuklar! Yazın güneşten gölge olurdu cadde kenarlarına dizilen apartmanlarım. Yağan yağmurlarda damları, çatıları olurdum onların. Şimdi öyle mi. Artık, ben de gölge olacak apartman, şemsiye olacak mecal mi kalmış. Sen, sıcacık evinde közde pişirttiğin kahveni yudumlarken pencerende, yumuşacık tüy gibi inen karların manzarasında; benim dün caddelerimi, parklarımı cıvıl cıvıl kuş sesi gibi neşelendiren sabilerim donuyor, titriyor Suriye’nin çöl ayazlarında.
Ne ahlarsın be adam. Bak, gör, kimin hakkıymış âh-u zâr etmek. Sen, “Âhh Halep” diye zırlama bana. Ben “Âhh ümmet! Âhh insanlık” derken, sen nerelerdeydin. Bu savaş, benim savaşım mı sanmıştın sen yoksa. Kıyasıya, acımasızca yapılan bu savaş Haç’la Hilal’in; Hak’la Batıl’ın; Batı’yla Doğu’nun; Habil’le Kabil’in; Müstekbir’le Mustaz’af’ın savaşı değil miydi. Nerdeydin sen eyy Ümmet-i Muhammed!
Pehhh! Ne ümmet kaldı ortalıkta, ne millet. Biz olduk olacağımızı. Biz alıştık, biz talimliyiz sürgünlere. Hiç olmazsa Türkiye’yi yedirme be Ümmet. Bizim gideceğimiz yer vardı. Yurdumuz vardı. Vatanımız vardı gerçek. Ama Türkiye düşerse ne vatan kalır elde ne devlet. Hiç olmazsa oraya sahip çık be Ümmet-i Muhammed. Sen kılını kıpırdatmadın. Ama bari kılını kıpırdatan değil, gövdesini bize siper eden Türkiye’yi, Türkiye’mi, Türkiye’mizi düşürme. Onlar bizim Ensarımız, sizin de onurunuzu koruyan millet. Eğer onu koruyamazsan, asıl işte o zaman sana hakkımı helal etmem eyy Ümmet-i Muhammed!
Siz bakmayın Âşık Ömer’in, “İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep” dediğine. Evlâd-ı Fatihân gittiğinden beri buralardan, ben hiç şen olamadım ki. Aslı’nın ateşiyle yanan Kerem’in, Halep’te kül olması nedir ki. Ben, Ulu Hakanların elini çekmesiyle üzerimden cehennem ateşlerine düştüm burada. Bana sahip çıkan, Ümmet-i Muhammed’in onurunu kurtaran bir tek yer var, bir tek ülke; Altmış üç İslam ülkesinden sadece bir tane. O da, Türkiye.
Yine Alparslanların, Süleymanşahların, Osman Gazilerin, Yavuzların, Ulu Hakanların torunları, yine Evlâd-ı Fatihân bana sahip çıkan. Gerisi ise hikâye. Ama hayat kısa, karşılaşacağız bir gün mutlaka. Ben Halep, sizler başka Muhammedlerin Ümmeti. Görülecek davamız, merak etmeyin. Ve yine ben Halep, orada olacağım; Türklerin, yani gerçek Ümmet-i Muhammed’in yanında.