YENİ ANAYASADA “DİN HÜRRİYETİ” SORUNU
MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin “başkanlık sistemi” ile ilgili açıklamalarından sonra yeni anayasa tartışmaları tekrar alevlendi. Bahçeli, devlet adamlığı vasfına yakışır bir biçimde ülkemizin sorunlarını iyi okumuş, siyasi hesapları bir kenara bırakmış ve devleti sistem krizinden kurtararak rahatlatmak amacıyla “başkanlık sistemi”ne geçilmesine yeşil ışık yakmıştır. Esasen, Sayın Bahçeli parlamenter sistemin tehlikelerini görmüş ve Türkiye’nin bölük pörçük siyasi yapılarla hiçbir yere varamayacağını, tam tersine, küresel güçlerin hegemonyası altında bir müstemleke ülkesi haline geleceğini anlamıştır.
Bu durumda, artık ana teması “başkanlık sistemi” olan yeni bir anayasa yapmak kaçınılmazdır. Ancak, bu anayasanın ana teması tek olmamalı, çalışmalar iki ana tema üzerinden yürümelidir. Anayasada elbette birden fazla tema olacaktır. Ama, diğer temalar fazla sorun teşkil etmeyecektir. “Başkanlık sistemi” ile ilgili sorun da aşıldığına göre, geriye “din hürriyeti” sorunu kalmaktadır. Konunun önemine binaen buna, başkanlık sisteminden sonraki “ikinci ana tema” diyorum. MHP’nin birinci ana temaya destek verdikten sonra ikinci ana temaya da şartsız destek vereceğine, siyasal misyonu bakımından kesinlikle inanıyorum.
Dolayısıyla, ikinci ana temanın konusu “din ve vicdan özgürlüğü” olmalı, çalışmalar bu tema üzerinden de yürütülmelidir. Ak Parti, anayasanın ilk üç maddesi için değişmeyecek kırmızı çizgileri olduğu yönünde görüş belirtmiştir. Aynen katılıyorum. Ancak, anayasanın ikinci maddesinde ifadesini bulan [… demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir] ibaresindeki “laiklik” kavramının, geçmişte mütedeyyin ve muhafazakar insanların dini hayatlarını yaşayabilmelerinin önünde nasıl bir katı duvar oluşturduğunu, nice insanların hayatlarının bu yüzden karartıldığını hepimiz biliyoruz.
Buradan hareketle, “laik”liğin anayasadan çıkartılması gerektiğini düşündüğümü sanmayın. Fakat, laiklik adı altında Türkiye’de uygulanan sekülerliğin de millete çok çektirdiğini unutmamak gerekir. Geçmişte, ülkemizde dini hayat çerçevesinde talep edilen en masum dini konular bile “laiklik” öne sürülerek geri çevrilmiş, hatta geri çevrilmekle kalmamış, bu talebi dile getirenler adeta devletin sopasıyla dövülmüştür.
Kim dövülmüş ki diyecek halimiz yok herhalde. Kimse bilmezden, anlamazdan gelip bizi yormasın. Yakın tarihimiz bunun sayısız örnekleriyle doludur. Fazla örneklerle konuyu boğmaya gerek yok. Ama, yine de can alıcı ve bütün Türk milletini yaralayıcı bir örneği vermeden de geçemeyeceğim.
Atatürk’ün cenaze namazı, “kılınmaması” yönünde talimat geldiği için kılınmadan Ankara’ya nakledilecekti. İşte bu sırada Atatürk’ün kız kardeşi, “Mustafa’mı cenaze namazkılınmadan hiçbir yere göndermem, beni kolumdan tutup atmadıkça ağabeyimi götüremezsiniz” diye feryat etti. Ankara’dan gelen emrin kesin olduğu söylenmesine rağmen, Makbule Hanım’ı ikna edemediler. Atatürk’ün kız kardeşini kolundan tutup atacak kadar çılgınlık yapamazlardı. Konuyu tekrar Ankara’yla müzakere edince, Ankara büyük bir lütuf buyurdu(!) ve yeni bir talimat gönderdi: “Gözlerden uzak bir şekilde, mümkün olduğunca az sayıda bir cemaatle, dışarıya hiçbir şekilde aksettirilmeden kılınsın; katiyyen fotoğraf çekilip belgelenmesin; namazın kılındığı, sakın ola protokol kayıtlarına da girmesin”. Ve cenaze namazı sadece on bir kişiyle kılınmıştır. Türk milletine mal olan ve bırakılsa, cenaze namazına belki yüzbinlerin iştirak edeceği bir devlet kurucusu, sadece on bir kişiyle namazı kılınarak gönderiliyordu.
Peki, hangi gerekçeyle ve ne adına yapıldı bu?! Devletin “laik” olduğu gerekçesiyle, laiklik adına…
Ne acı bir durum! Halkı Müslüman, ama devlet kurucusunun cenaze namazını kılması dahi yasak. İşte, Türkiye’de devlet-millet yabancılaşmasının kaynağını da burada aramak gerekir. Laiklik adına, kurucusunun cenaze namazını bile kıldırmak istemeyen zihniyetle az boğuşmadı, onlardan az çekmedi bu millet. Tek oğlunun mürüvvetini göreceği hayaliyle yıllarca bekleyen; ancak düğün günü gelip çattığında orduevinin kapısından kovulan yaşmaklı annelerin gözyaşıyla az yıkanmadı bu ülke. Oğlunu bu ülkeye kurban vererek şehit anası mertebesine yükselen ve şehit oğlu için program düzenlenen üniversitenin oditoryumuna oğluyla gurur duymaya gelen; ama utanç verici bir biçimde oditoryumun kapısından başörtülü olduğu gerekçesiyle kovulan şehit annelerinin yürek parçalayan ağıtlarını az duymadı kulaklarımız.
Şimdi durum böyleyken, laiklik anayasada duracak ve herhangi bir iktidar değişmesinde bu ülkenin mütedeyyin insanları hiç bir şey olmamış gibi hayatlarına mutlu, mesut devam edecekler öyle mi?! Hadi canım sen de! Mütedeyyin insanların daha 10 yıl öncesine kadar bu zihniyet tarafından devlet gücü kullanılarak nasıl dövüldüğünü seyretmişsek, böyle bir durumda, yine aynı şekilde seyredeceğimizden hiç ama hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Daha, çok değil, on ay kadar önce Nobel ödüllü bilim adamımız Aziz Sancar Anıtkabir’de dua etti diye, adamcağızın yemediği hakaret kalmadı. Kendisine, “utanmıyor musun Anıtkabir’de dua etmeye” diye çıkışanlar bile oldu. Dua etmenin utanılacak(!) bir şey olduğunu da öğrenmiş olduk böylece. Güler misin, ağlar mısın?!
Bu bir zihniyet ve bu zihniyet, bizim ülkemizin bir gerçeği. Hepimiz bu ülkede birlikte yaşayacağız; başka çare yok. Ama yaşarken de mütedeyyin insanları, hastalıklı olduğunu
bildiğimiz bu zihniyetlerden nasıl koruyacağız. Bu, Türkiye’ye kan kaybettiren hastalıklı zihniyetin etki gücünü bir daha geri dönmemecesine nasıl tarihin karanlığına gömerek önümüze bakacağız. Çözmemiz gereken sorun bu.
Öyleyse ben, kendi adıma yöntemi söylemiş olayım. Anayasa’da yer alacak olan “laiklik” kavramının, mutlaka yine anayasada, (başka bir kanun metninde değil), “ağyârını mâni efrâdını câmi”, yani öz bir biçimde tanımının yapılması gerekir; yahutta, “laiklik kavramı, hiçbir biçimde dini hayatın ve yaşamın önünde bir engel olarak anlaşılamaz” şeklinde bir ifade eklenebilir. Bunu hukukçularımız elbette anayasa metnine yakışır bir kalıba ve üsluba dökerek yapabilirler.
Yeni anayasa taslağını bilmiyoruz, görmedik. Bu sorun dikkate alındı mı, haberimiz yok. Eğer alınmadıysa ve alınmayacaksa, bu ülkenin mütedeyyin ve muhafazakar insanlarına şimdiden geçmiş olsun(!) diyebiliriz. Ama, bu durumda Ak Parti’nin de bilmesi gereken şey, kendisini halkın tercihine sunan bir tüzel kişiliğin kendi misyonu ve varlık sebebiyle çatışmasının, onu yok oluşa götüreceğidir. Tecrübeli siyasi kadroların, hususiyle de Sayın Cumhurbaşkanımızın böylesine vahim bir hataya, ne pahasına olursa olsun düşmeyeceklerini ümit ediyorum.